Geleli on günü aştı, daha çıkıp da Bodrum’u doğru dürüst göremedim. Çünkü artık teftişlerimi bıraktım.
Önceki yıllarda sabah kalkınca, hemen üstüme (pardon, altıma) şortumu geçirir, şıpıdık sokak terliklerimi giyer, Halikarnas yokuşundan iner, gündelik görevime başlardım.
Yani, Azmakbaşı’na kadar sallana sallana yürüyüp, yolda bir yandan gecenin mahmurluğunu hortum eşliğinde süpüren bar ve lokantaları, bir yandan da Karya, Dinç, Artemis gibi otellerin plajında üstsüz güneşlenen İngiliz kızlarını uzun uzun teftiş ederdim.
Dönüşte, Kumbahçe Parkı karşısı Mavi Bar’ın dibindeki, üzerinde tuzlu suyun aşındırdığı “Süleyman Reşit Köymen” plaketli bahçe kapısına açıkken iki tık-tık atar, 80’lik delikanlı avukat Süleyman abimle iki çene yaptıktan sonra, sokağa çıkma sebebim olan gazetelerimi yokuşun hemen dibindeki Berk Market’ten alır, artık eve dönerdim.
Her sabahki bu “mutat” serüvenim, tam Azmakbaşı’ndaki Mavi Emlak’e uğrayıp, Feyhan’ın fena halde kafadengi kuzeni Ahmet Yunt orijinaliyle iki dakika didişmeyi içerecek kadar ileri giderdi bazen!
Bu yıl bu “ritüel”i, bu âdetâ dinsel töreni bitirdim.
Büyük tereddütlerden sonra ve görünüşte biraz fazla basit bir nedenle:
Yanımızın yanında Otel Villa Bakış var. Onun altına, genç ve güleryüzlü sahipleri Uğur’la Onur küçük bir bakkal açtılar, gazete de satıyorlar.
Dahası, her sabah kapımın eşiğine kadar da getirip bırakıyorlar!
Teftişlerimi bu kadar basit bir sebepten bıraktım. Yani, tembellikten!
* * *
Eh, pek o kadar da basit bir sebepten sayılmayabilir…
Bodrum yaşamımdan (günde yarım saat yüzmek dışındaki tek sporumu da oluşturan) bu “Uzun Yürüyüş”ü kaldırışım, tembellikten ziyade, çalışma manyaklığımdan galiba:
Bu yaz benim için çok kritik bir yaz.
Bu yaz, 12 arkadaşımla bir buçuk yıldır hazırlamakta olduğumuz “Türk Dış Politikası: Olaylar, Yorumlar, Belgeler, 1919-99” adlı kitabın, daha doğrusu “bir tür ansiklopedi”nin; bu 12 arkadaşımdan peyderpey gelen bölümlerini okuma, düzeltme, geri gönderme, geri gelenleri tekrar oturup okuma yazı. 12 kişiye yetişmem lazım.
Gazeteler kapıya gelince 1 saat kazanmış oldum. Çünkü bu gazete almaya gitme işi her sabah 1 saat sürüyordu.
Sürdürüyordum. Bir saatlik mutlak zevk bu yaz yok.
Vatan sağ olsun…
* * *
Başka ne var, ne yok?
Kaşındınız galiba. Bakın ne var. Bende böyle şeyler eksik mi olur.
Dün sabah arabayı gölgeye çekeceğim, aldığımdan bu yana ilk defa marş basmadı. Tık yok. Servisi çağırdım, aküyü takviye yapıp Bodrum girişindeki sanayiye, Mutlu Akü tamircisi “Hamuluoğlu Oto”ya çektiler.
Abdullah Hamuluoğlu bir saat sonra geldi. Gelir gelmez, derhal “Sen bunun ışıklarını günlerce açık bıraktırtmışın! yollu bir azarladı. Hiçbir ışığın açık bırakılmadığını arz edince:
“Sen bu arabaya alarm taktırtmışın! Aç bak! Kitabını oku! Orda yazar! Aküyü alarm bitirmiş! Dışardan bir alet takılırsa akünün garantisi falan kalmaz! Bu garantiye girmez!” diye açıkladı. Aynen ama.
Bununla kalsa iyi. Bir de ne dedi biliyor musunuz:
“İşi bitince, alarmı kapatacaksın! Açık bırakırsan böyle olur!”
Nasıl, yani? İnanın ki doğru söylüyorum.
Hemen, önce Bodrum Ford’u, arkasından Muğla Ford’u aradım. O Allah’ın cehennem sıcağında ve bilmiyorum kaçar kez. Uzun uzun anlattım. Tabii, bu arada yeni bir akünün yarı fiyatı kadar cep telefonu parası verdik, o ayrı. Onlar Mutlu Akü’yle temasa geçtiler ve uzatmayayım, sonunda öğrendim ki Mutlu Akü’nün garantisi 24 ay imiş ve istersen beş tane (öyle dediler) alarm takabilirmişsin. İki saat uzaktaki Muğla’ya gidersem de hemen bir yenisiyle değiştirirlermiş.
Bu arada Mutlu Akü İzmir ana bayisi Osman Bey beni cepten aradı. Durumu bir de ona anlattım. Abdullah kardeşime telefon etti, bilgi alıyor, “Osman Bey’e, bana garanti konusunda yalan bilgi verdiğini de söyle” diyorum, Abdullah kardeşim Osman Bey’e ne “açıklama” yapsa beğenirsiniz:
“Bu adam bir eşek!” Yani, zehir gibi, çok karakterli bir adam, helal olsun.
Yalnız, dikkatle izliyorum, Osman Bey kendisiyle konuştukça Abdullah’ın karakteri biraz zayıflıyor gibi. Yahut da, telefonla konuşunca yoruluyor adamcağız. Kapatınca: “Arabanızı çalıştıracağız, çırağım sizi evinize kadar arabayla takip edecek, aküyü alıp getirecek, şarja bağlayacağız, yarın gelip tekrar evinizin önünde takacağız”. Bu Osman Bey de nereden çıktıysa, Abdullah’la aramızdaki samimiyeti bozdu. Abdullah artık bana “siz” diyor.
Tabii, bu kibarlığı muhafazaya yardım için Mutlu Akü’nün İstanbul’daki fabrikasına iki sayfalık bir faksla durumu sıcağı sıcağına bildirdim. Nasıl olsa tatildeyim, işim gücüm ne, boş oturanın boş kalfasıyız.
Fabrikadan Bülent Şen Bey bu sabah erkenden aradı. İşe el koyduğunu söyledi. Teşekkür ettik.
Abdullah kardeşim bu öğlen bizzat geldi, fevkalade terbiyeli, biraz yorgunsu, efendilik binbeşyüz, yepyeni bir akü getirdi.
Montaj sırasında ben muhteremin yüzünü görmeyeyim diye eve çıktım. Kötü niyetli Feyhan “Arabanın başında dursan iyi olur. Sahibini dövemeyen uşağını, eşeğini dövemeyen semerini dövermiş, arabaya bir kötülük yapmasın” dedi.
Yalnız, bu sefer marş mükemmel basıyor da, araba aldığımdan bu yana ilk kez çalışmıyor. Abdullah kardeşim: “Bunun benzin otomatiği bozuk” diyor, kibar kibar.
Hiç ses etmedim. Hemen servisi çağırdım. Feyhan’ın kötü niyeti ortaya çıktı. Meğer Abdullah hiçbir kötülük yapmamış.
Sadece, arabanın “beyne giden” elektrik kablosunu bağlamamış. Servis iki saniyede bağladı, çalıştı.
İçinize baygınlıklar mı geldi bu sıcakta? Ne yapayım kardeşim, siz kaşındınız. Daha, Türk Telekom’la maceramı anlatmadım. Böyle boktan olaylar bizde çook!
Sonunda dayanamayıp ağzımı bozdum diye, şimdi okuyunca, dünyanın en nazik İstanbul beyefendisi olan Ahmet Ağabeyim (Ahmet İsvan) bana kızmıştır ama, Ahmet Ağabey, ne olur kızma, patlayayayım mı yâ hû?
Not: Bu yazının ilk başlığı “Hafif Yazı” olup, benzer bir macerayı Demirdöküm’le yaşayan, Marmara Üniversitesinden Ayhan Aktar hocanın önerisiyle “Deveye Diken…” olarak değiştirilmiştir.