Baskın Oran

Dersim’in öğrettikleri

Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayar.

Efendim, ben bu konuyu çok yazdım. Tekrar olacak. Ama resmi ideolojinin yarattığı zihniyet öyle birkaç kerede anlatılabilir değil. Kısa kesmek için, son günlerde gelen iki iletiyi aynen vereyim (virgülüne dokunmuyorum; gazete bazı yerleri nokta nokta yaparsa benden değildir):
Muhtemelen Fransa’dan yazan ilki: “Seningibi p.c or..pu cocuklari bu ülkede adam olmuş kimin sayesinde demokratik laik ülkeyi kuran Ataturk sayesinde evet sizin gibi kabile toplumunda yasamak isteyen sorumsuz yobaz takimi bizler Ataturk genliği oldukça sizlere geçit vermeyeceğiz zincirler herzaman biz Ataturk gençliğinin elinde sakin ola ki bir gun yolumuz kesismesin.” Bu arkadaş e-posta rumuzu olarak “papillonlapin”i (kelebek-tavşan) seçmiş nedense. Oysa herkesin malumu at ve kelebek ilişkisini seçse rumuz olarak, daha anlamlı olacaktı.

İkincisi: “Çanta taşıyarak prof. oldunuz herhalde dersimde olanları ne kadar subjektif değerlendiriyorsunuz bir de bilim adamı olacaksınız Atatürk ’e iftira atmak sizin haddinize değildir. Bu konuda gerçek belge ve gerçek bilgilere ulaşacağınız yerler Tük Tarih Kurumu, Genelkurmay, TBMM deki zabıtlar, NUTUK tur.”

Genelkurmay ‘isyan’ demiyor

Bu tavsiye üzerine Genelkurmay yayınına gidiyoruz. E. Kur. Albay Reşat Hallı’ya yazdırılan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar’da (Kaynak Yay., 1992) Dersim olayının adı: “Tunceli (Dersim) Tedip Harekâtı 1937-1938” (s. 153-319). Tedip, “edep” kökünden; “terbiye verme”.

Peki, niye “isyan” diye takdim ediliyor? Çünkü aşağıda anlatacağım büyüklükteki bir katliamı başka türlü izah edemezsiniz. Öyleyse, isyan yok da ne var? Çok “farklı” olan insanlara Türk ulus-devletinin tahammül edememesi var: Halkı Zaza, dili Dımılî, dini Alevi. 1915’te 20 bin Ermeni’yi katliamdan kurtardıkları hâlâ dillerde. Ama Cumhuriyet’le bir sorunları yok. 1926’da Ankara’daki buluşmaya tüm aşiret liderleri katılmış. 1936’da 9 bin küsur silah teslim etmişler. Hepsinin kafasında foter şapka.

Alışılmış asayiş hadiseleri

Bugün “isyan” deyip çıktıklarımızın birçoğu daha, o günlerin Genelkurmay terminolojisinde isyan/ayaklanma diye geçmiyor. Mesela, yine aynı resmi kitaptan: “Raçkotan ve Raman Tedip Harekâtı (9-12 Ağustos 1925)”, “Bicar Tenkil Harekâtı (07 Ekim-17 Kasım 1927)”, “Savur Tenkil Harekâtı (26 Mayıs-09 Haziran 1930)”. Bunların hepsi asayiş hadiseleri.

Sebepleri muhtelif. Fakr-u zaruret yüzünden eşkıyalıktan başlıyor, “belden aşağı”ya kadar iniyor. Mesela Korg. Cemal Madanoğlu, hatıralarında (Anılar 1911-1953, Evrim Yay., tarihsiz, s. 150-151) anlatıyor: Vergi toplamak için askerlerin desteğinde bir heyet Sason’a gidiyor. Tatari Batik ismindeki bir ağanın evine konuk oluyor. Ertesi sabah herkes çıkmışken yüzbaşı evin gelinine “yaklaşmak” istiyor, gelin feryadı basıyor, yüzbaşı havaya ateş ederek askerin bulunduğu tepeye doğru kaçıyor, köylüler heyetteki diğer memurları öldürüyor. Yüzbaşı rapor ediyor. Harekât emri çıkıyor. Ve oluyor sana, bu resmî kitaptaki 16 “isyan” arasında 4. sırada geçen “Sason Ayaklanmaları”ndan biri (s. 211-225).

Ben demiyorum, devlet diyor: Dersim olayı, bırakın isyanı, asayiş olayı bile değil. Aralık 1936’daki “Umumi Müfettişler Toplantı Tutanakları”ndan okuyoruz (Hazırlayan B. Varlık, Dipnot Yay., 2010): “1934-36 yıllarına ait istatistikler üzerinde yapılan tetkikler, umumi müfettişlik bölgelerinde olguların [olayların] gittikçe azaldığını, hatta bazı yerlerde asayiş istatistiklerinin 1936 sütunlarının rakamsız hale gelmiye başladığını… göstermiştir.” (s. 71); “Tunceli mıntıkası: Şükranla arzederim ki asayiş noktasından % 99 salah bulmuştur.” (s. 180).

PKK öncesi sadece iki isyan

Bu yazdıklarım, malum zihniyet yüzünden çok sayıda insanın kabul etmeye hiç de hazır olmadığı şeyler. Onun için isterseniz daha baştan alalım. PKK’ya (1984) gelinceye kadar Cumhuriyet tarihinde sadece iki Kürt isyanı var: 1925 Şeyh Sait ve 1930 Ağrı. İkisi de, ordumuzun yüzlerce yıllık kazan kaldırma geleneğine uygun olarak, subaylar tarafından çıkarılıyor; Kürt kökenli subaylar yani: Miralay Cibranlı Halit Bey, öteki de Yüzbaşı İhsan Nuri “Paşa”. Gerisi “tenkil” ve “tedip” harekâtı.

Dersim “tedip”inin planlaması 1926’da başlıyor. İki farklı türde öneri geliyor: 1) Islahat yapalım. Bu insanlar aç. Okul ve hastane gibi tesisler götürelim, tarımı destekleyelim. Dersimlileri kazanalım. 2) Dersim bir çıbanbaşıdır, derhal halledelim. Bu ikinciler yöntem de öneriyor: “Köylerin uçaklarla yoğun biçimde bombalanması suretiyle hayvan ve ekinlerin telef edilmesi ve köylülerin yüreklerine korku salınması”. Uzun yıllar sonra ABD kuvvetleri de Vietnam’da pirinç tarlalarını bombalayacak. Bir diğer yöntem: “Özellikle sarp tepelerde münferit ev ile mezraların yakılıp yıkılması”. Tanıdık geldi mi?

Dört aşamalı planla fütuhat

Devleti yöneten paşalar ıslahat yerine fütuhat’ı seçiyorlar ve uygulamaya dört aşamalı bir planla girişiyorlar.

1) Demiryolu politikası: Cumhuriyet döneminde yapılan tüm demiryollarının yüzde 78,6’sı Ankara’nın doğusuna döşeniyor (http://www.tcdd.gov.tr/genel/tarihce.htm). Çok ilginç. Çünkü: a) 1915’te Ermeniler katledildikten sonra, Ankara’nın doğusunda nakledilecek üretim yok, ticaret yok. b) 1929 krizi dünyayı kavuruyor, Hazine tamtakır, demiryolu dünyanın en pahalı yatırımı. c) “İkinci Adam” Mareşal F. Çakmak, Kürtleri tamamen tecrit ettirmiş. Eylül 1930’da hazırladığı raporda “Dersim evvela koloni gibi nazara alınmalı” diyor.

Bu durumda hangi sebeple “Demirağlarla ördük Dersim’i dört baştan” olabiliyor? III. Napoleon, Paris Belediye Reisi Baron Haussmann’a bugünkü 70 m.’lik bulvarları niye açtırdıysa, aynı sebeple: Ordu sevkiyatı. Bu, fütuhatın maddi altyapı boyutu.

2) 1927 ve 1934 İskân Yasaları: Dersim’in etrafı boşaltılıyor. Kürtler, Batı’ya sürülüyor. Çarşıda pazarda Kürtçe yasaklanıyor. Doğuda bu yapılırken, batıda da ortam hazırlanıyor. Adliye Vekili M. E. Bozkurt: “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler” (Milliyet, 19.09.1930, “dağlar”a dikkat). Başvekil İsmet Paşa: “Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet, 31.08. 1930). Bu, fütuhatın toplumsal boyutu.

3) 1935 Tunceli (“Tunç Eli”) Kanunu: İlde komple bir askeri diktatörlük kuruyor. “Korkomutan” unvanlı vali, korgeneral rütbesinde bir asker (Md. 1). Aynen 12 Eylül’deki yetkilere sahip: İstediği kişiyi ilden sürebilir (Md. 31), memurların yerine muvazzaf subay atayabilir (Md. 3), idam cezaları TBMM’den geçmeksizin uygulanır (Md. 33). Unutmadan: İddianame maznuna [sanığa] tebliğ edilmez (Md. 18); bugün özel yetkili mahkemece gözaltına alınanların neyle suçlandıklarını öğrenememeleri gibi. Tabii, duruşmalarda, Lozan 39/5’in açık hükmüne rağmen tercümana da izin yok; 2011’deki KCK davasında da olmayacak. 12 Eylül dönemindeki OHAL hukuku gibi, Dersim artık TC’nin geri kalanından farklı bir hukuka tâbi. Bu, fütuhatın iç hukuk boyutu.

4) 1937 Sadabad Paktı: Bu antlaşmanın tek önemli hükmü, Kürt aşiretlerine karşı Irak ve İran’la ortak hareket amaçlayan 7. madde. Bu da fütuhatın uluslararası boyutu.

Dersim’in fethi (ve direniş) başlıyor

Sıra, Dersim’i fethe geldi: Yol açarak, ahşap köprü ve karakolları betonarme yaparak. Yukarıda anlattığım ideolojik ortam bir yana, olay çoktan pratiğe yansımış: “Evde orta direğin dibi paçavralarla beslenir, gaz dökülür…” diye, jandarmaya köy yakma talimatnamesi yollanmış.
“Dersim’e sefer olur, zafer olmaz. İlkbaharda gelirler, sonbaharda giderler. ‘Sel seferleri’dir bunlar” demeye alışmış Dersimliler bu seferkinin farklı olduğunu seziyor. Seyit Rıza, oğlu İbrahim’i Korkomutan Alpdoğan’a yolluyor. İbrahim dönerken öldürülüyor. Bunun üzerine karakol basılıyor, 20-21 Mart 1937 gecesi ahşap Harçik Köprüsü yakılıyor, telefon hatlarını kesiliyor. Dersim bütün canlı organizmaların sergilediği ortak özelliği sergiliyor: Savunma refleksi.

Gerisi malum. Korkomutan Alpdoğan iki saldırı yapıp püskürtülünce, Diyarbakır’dan Sabiha Gökçen’in öncülüğünde uçak filoları kaldırılıyor. Kurtulanların durumunu, şimdiki CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na verdiği demeçte İ. S. Çağlayangil anlatıyor: “Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı, mağaraların kapısından. Bunları fare gibi zehirledi. Ve 7’den 70’e o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu…” Zehirli gazın savaşlarda kullanımı 1889 Lahey Sözleşmesi’nden beri yasak ama, devletin kendi vatandaşına kullanmasına bir yasak yok. Uzun yıllar sonra Saddam da kendi Kürtlerini gazlayacak.

Direnen savcıya rapor aldırtılacak. Evlerinden getirtilen yargıçlara, tatil günü açtırılan Adliye’de Seyit Rıza’nın idam hükmü peşinen verdirtilecek. Çağlayangil bunları açık açık yazıyor ve ekliyor: “Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından buraya gönderilmiştim” (Anılarım, Yılmaz Yay., 1990, s. 46-50). Sonuçta, aynen bugünkü gibi, o tarihte Predator yok henüz, dönemin en modern silahları kullanılacak, resmi kaynaklara göre 13 bin 850 kişi, gayriresmilere göre 50 bine yakın insan öldürülecek. 11 bin 818 kişi sürgün. Katledilenlerin kızları subay ailelerinin yanına evlatlık verilecek. 1885’ten itibaren Avustralya devletinin Aborijin çocuklarını alıp asimile olsunlar diye İngiliz ailelerin yanına hizmetçi vermesi gibi. O kadar uzağına da gerek yok; 1915’teki Ermeni çocukları gibi.

Hz. Ali ve Atatürk

Dersim’in tam bir rezalet olduğu inkar edilemez hale geldi, şimdi de diyorlar ki “Atatürk hastaydı, olan bitenden haberi yoktu”. Koruyacağız diye büyük adamı konu mankenine çevirdiler. Bu insanların yazması var, okuması yok. “Ebedi şef”in emri olmadan kelebek uçamayan ülkede koskoca askeri harekât nasıl oluyor sorusu bir yana, okumamışlar ki Atatürk 29 Mayıs 1938’de Adana ve Mersin gezisindedir.

Ama asıl ilginç olan, Dersimlilerin durumu. 1924’te Hilafet kaldırılınca, laiklik geldi Sünni baskısı bitti diye çok seviniyorlar. O kadar ki, Hz. Ali ile Atatürk’ün resimlerini hep yan yana asıyorlar. Çünkü Atatürk, Hz. Ali’nin reenkarnasyonu. Yani yeniden dünyaya gelmişi. Hastaya çorba, mazluma tutunacak dal sorulmaz. 1924’ün ardından gelen ve en önemli niteliği farklılıkları yok etmek olan ulus-devleti düşünmek/görmek istemiyorlar. Psikoloji terimiyle: Kaçış (Escapism). Çocuklarından birine Kemal, birine İsmet adını veriyorlar. Durmadan CHP’ye oy atıyorlar. Ümit fakirin ekmeğiymiş; kâşifler de, tropikal fırtınalarıyla ünlü okyanusa bu yüzden “Pasifik” demiş olmasınlar? Başka elinden tutan olmayan mazlum’un güzel şeylere inanmaya ihtiyacının nerelere vardığını buradan hesaplayın. Ve Dersimlilerin ne kadar mazlum olduklarını, hiçbir şeyden anlayamıyorsanız, buradan anlayın artık.

Peki kim yaptı bu “Tertele” dedikleri katliamı? Celal Bayar tabii! Atatürk’ün İnönü’yle bozuşunca 1937’de göreve getirdiği başbakan. O kadar asker varken, bir garip sivil. Peki öncesi? İnönü? Mareşal? Öncesi falan yok; Tertele 37’de icat edildi! Stockholm Sendromu buna denmezse neye denir yahu?

Sonucun sonucu: Atatürk çok büyük adamdır, bu kesin. Ama ulus-devlet adına çok tatsız işler de yaptı ve bunların örtülmek istenmesi Atatürk’ü putlaştırmaktır, insanlıktan çıkarmaktır. Marifet, Atatürk’ün anısını, 21. yy. “Muasır Medeniyet”ini alarak yüceltmektir. Dersim’in verdiği en büyük ders galiba budur.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı