Bugünkü kahramanımız cami imamı falan değil. Üstelik, “Yağdı yağmur, çaktı şimşek…” türünden de olsa, “şairliği” bile var.
Üstelik, bizi ilgilendiren niteliği fevkalade dünyevi:
“TBMM başkan vekili”.
Yani, affınıza sığınarak açayım, ulus egemenliğinin yüce temsilcisi Türk parlamentosunun iki numaralı adamı.
Beyefendi TBMM’yi yönetiyor. Hem de sıradan değil, hükümet programının görüşüldüğü oturumu. Saat 11.30. CHP Grup Başkan Vekili Prof. Oya Araslı konuşuyor.
Sayın Yasin Hatiboğlu (kahramanımızın adı bu) oturum başkanı olarak konuşmacının sözünü kesiyor:
“Konuşmanızın 30 dakikalık bölümünü şimdi yaparsınız, kalanını öğleden sonra tamamlarsınız. Kişisel mazeretim var. Başka çarem yok.”
Çünkü beyefendi cuma namazına yetişecektir…
Çünkü Ulus ile Tanrı bu beyefendinin zihniyetinde bir araya geldi mi, birinci kavram bozuk para gibi harcanır, esamisi bile okunmaz. Bu beyefendi o kavramın başkan vekili bile olsa.
Sonuçta, Yasin Hatiboğlu Beyefendi namazına gider, hükümet programının görüşülmesi namaz sonrasına kalır.
Anayasa Profesörü olan CHP grup başkan vekilinin lafı ve itirazları ağzına tıkılır.
* * * * * *
Peki, bu durumda parlamento ne yapmıştır?
O sırada programı görüşülen Sayın Ecevit ne yapmıştır?
Gazetelerden okuduğumuz kadarıyla hiç-bir-şeyim yapmamışlardır!
Oturuma kuzu kuzu ara vermişlerdir, namazdan sonra devam etmişlerdir.
Bundan sonra TBMM’de bir sayın milletvekili kalksın da, mesai saatini cuma namazına göre ayarlayan tapu memuruna, nüfus memuruna kolaysa bir laf etsin bakayım. Bence TBMM bundan sonra oturup, özel-kamusal tüm mesaileri namaz saatlerine göre paşa paşa yeniden düzenlemelidir. Ciddiyim.
* * * * * *
Peki kardeşim, ulus’un temsilcisi olan parlamento bu konuda dünyanın altını üstüne getirmeyecektir de, hangi konuda getirecektir?
Bu ne ilkesizliktir?
Bu ne… hadi Baskın, lütfen aile terbiyeni hatırla, iştir?
Bu insanlar o çatı altında Ulus’u mu temsil etmektedirler, Tanrı’yı mı?
Sorumlu bir tek kişi kalkıp da:
“Beyefendi, burası tekke değil! Burası Ulus’un yeri! Sen milletvekili olarak sessizce cuma’ya gidebilirsin ama, Meclis başkan vekili olarak TBMM’yi kapatıp gidemezsin. Şimdi al paltonu, nereye gideceksen çek git! Diğer başkan vekili, geç kardeşim kürsüye, biz buraya hükümet programı dinlemeye geldik, cuma namazına değil!” diyememiş.
Tabii, bunu en başta demesi gereken, o sırada hükümetinin programı okunmakta olan Sayın Ecevit ama…
Ama’sı şu:
Aynı Sayın Ecevit değil midir, herkesin yalnızca elini sıkarken (ki, doğru yapıyor), oy kapmak için Fethullah Gülen’i TV’de yanaklarından öpen?
Böylesi “değişmiş” ve “tecrübe kazanmış” bir Ecevit’e mi kaldı, parlamento çatısı altında Ulus egemenliğinin ortaçağdan kalma Tanrı egemenliğine üstünlüğünü savunmak?
Çok okurum, Ulus’un Tanrı’ya bundan daha somut kurban edildiğini hiç okumadıydım.
* * * * *
4 Nisan 98 tarihli Aydınlık’ta, “Millet mi, Tanrı mı?” başlığıyla iyice kuramsal bir yazı yazmıştım. “Tutunum ideolojisi” ve “yüce sadakat odağı” falan gibi sıkıcı şeylerden bahsettiği için belki de sıkılıp okumamışsınızdır. Şimdi okuyun, sıkılmayacaksınız:
“Kimi arabaların arkasında ‘Hakimiyet Allah’ındır’, kimilerinin arkasında da ‘Egemenlik Ulusundur yazıyor. Anladınız mı? Ya biri, ya öteki. İkisi birden Yüce Sadakat Odağı olamaz. Baksanıza, zıtlık kullandıkları dile bile nasıl yansımış”.
“[Önce kimsin? diye sorunca] Kimi ‘Elhamdülillah Müslüman’ım’, kimi de ‘Türk’üm’ diyor. Anladınız mı? Ya biri, ya öteki. İkisi birden Yüce Sadakat Odağı olmaz. Çünkü bu koltuk tek kişiliktir. Yeni gelenin oturması için, eskisinin kalkması gerekir. Yoksa, ötekinin ‘kucağına’ oturmak söz konusudur”
“Kucağa oturmak” ne anlama gelir bilir misiniz, ulusal iradenin sayın temsilcileri?
Bilmediğiniz anlaşılıyor. Anlaşılan, iyice “derya içre”siniz…
Peki, bu kadar rezaletin son perdesi bir olayı yaşadıktan sonra Ulus’un o temsil organının altını üstüne getirmediğinize göre, ne derecede utandınız, bari onu söyleyin…
* * * * * *
Ama, hadi yine iyisiniz, iyisiniz. Bu Mübarek Ramazan Bayramınızı da gördünüz.
Çünkü Atatürk devrinde olsaydınız, göremezdiniz. Ramazan’da size Kurban’ı üç ay önceden yaşatırlardı: Derinizi yüzerlerdi.
Dua edin, Atatürk öldü.
Ama, sandığınız gibi bir perşembeye gelen 10 Kasım 1938’de, dokuzu beş geçe değil.
Ertesi günü iki buçuk saat sonra, 15 Ocak 1999 “Cuma” saat 11.30’da öldü.
Ulus egemenliğinin en somut makamı olan TBMM’de, Ulus’a karşı Tanrı egemenliğini size “tepe tepe” (aile terbiyem ancak böyle yazmama izin veriyor) ve, helal olsun, büyük başarıyla kabul ettiren o zihniyeti ânında itlaf etmeyen sizler öldürdünüz Atatürk’ü, milletvekili beyefendiler, milletvekili hanımefendiler.