İşler olacağına varıyor. Önce, NATO Genel Sekreteri Robertson konuştu: “Tek sorumlunun Bin Ladin olduğu henüz bilinmiyor. Bir Irak bağlantısı çıkarsa uluslararası toplum onu da değerlendirir”. Ardından, “ABD Yönetimine en yakın gazeteci” William Safire baklayı çıkardı: “Türkiye K. Irak’ı işgal etsin, Kerkük petrollerini ona işlettirelim, zenginleşince AB’ye de girer”. İz yor madır biyutiful, Vilyam?
Sizi bilmem ama, ben bu muhabbetten fena halde bıktım. Bu hafta da mecburen böyle başladım ama, böyle devam edersem ne olayım. Bu hafta artık başka bir muhabbet sunayım. Bir hoşluk yapayım, bizim yeni Türk Dış Politikası kitabını tanıtmak için gittiğimiz İstanbul’da yaşadığımız o geceyi anlatayım. Sizlere, daha allahtan ne isteriz kardeşim, dedirteyim.
* * *
İstanbul’a girerken Hrant’ı cepten arıyorum, “Bu akşam Nevizade’de buluşalım. Boncuk’a gel, benim masamı sor!” diyor. Adama bak be; devamlı masası var; sanırsın “mütâyit”. Feyhan kurtarıyor arkadaşını: “Canım, Boncuk Ermeni lokantası değil mi, o kadar da forsu olsun artık Hrant’ın”. Doğru yahu; sahibinin adı da Telemak’dır; efsanede Odysseus ile Penelope’nin oğlu olur, kendisi.
Bavulu atıp doğru Beyoğlu’na. Tırmanıyoruz Boncuk’un üçüncü katına. Belli ki o biçim tavına gelmiş yedi kişilik bir masa. Hrant tanıştırıyor hemen: “Bu üç arkadaş gazetecidir; işten yeni atıldılar. Bu Rulmancı. Bu Balıkçı. Bu da Doktor”. Gazetecileri önceden tanıyorum. Rulmancı, Balıkçı, Doktor ise yeni tanış ve üçü de Ermeni.
Doktor kırk yaşlarında, alabildiğine sakin ve güler yüzlü, akşamcı sofralarının tipik mütemmim cüzlerinden biri, oturaklı bir arkadaş. İlk planda hemen sert ve yağlı beyaz peynirden bir çatal, ardından da nefes almadan lakerdadan (pek severim, yaparım da) bir çatal alıyorum, damağıma bastıra bastıra indiriyorum gövdeye, sonra coşkuya gelip “Eyvallaaah, allah ömürler versiiin, davet edenler sağ olsuuun, kesenize berekeeet!” diye kaldırdığım ilk kadehe bizim Doktor da hemen kaldırıyor herkes gibi. Rakıyı susuz içtiğini görüyorum göz ucuyla. Bir akşamcı için fena not!
Balıkçı, ki bir balıkçı nasıl olmak gerekirse aynen öyle balıkçı, yani Kurtdereli Halil enseli, Koca Yusuf göbekli, Adalı Halil gerdanlı, kapkalın sesli, haşmetli bir âdem, (balıkçıdan tek farkı, konuşurken Cousteau’dan Kaptan Nemo’ya kadar referanslar yapması) kaçırmıyor durumu: “Ne susuzu be. Adam halis su içiyor. Müslümandır. İçki içmez!” Böylece, daha ilk kadehten işletiliyoruz. Bu kulağı kesikler güruhu arasında dikkatli olmak gerek; İstanbul’dayız!.
Ama biraz sonra ortaya çıkıyor ki, Doktor hakikaten Müslümandır! Can dostlarının kısm-ı âzamı Ermeni olduğu ve tabii ki bu erenler arasında ömrü akşamcı masalarında geçtiği halde, mübarek Doktor beş vakit namazında aptesindedir! Nitekim, yemeğin sonunda bir kaymaklı ekmek kadayıfı isteyecek, garsonlar “Kalmadı beyim; çok güzel kaymaklı elma tatlısı var” diyecekler, gelen elma tatlısını çok beğenecek ve yanındaki Feyhan’a dönüp soracak: “Hanımefendi, bu zümrüt yeşil rengi nasıl tutturabiliyorlar?” Feyhan da boş bulunup anlatmaya başlayacak: “Nane likörüyle kaynatıyorlar Doktor Bey”. Ânında, Doktor çatalı bırakacak. Elma tatlısı ister misin, diye bir bir kamuoyu araştırmasına başlayacak. Feyhan yaptığı hatayı (veya sevabı, artık orası yoruma bağlı) anlayıp ek bilgi sunmaya girişecek: “Ama Doktor Bey, kaynatırken alkolü tamamen uçar bunun; hiç alkol tadı aldınız mı?” Doktor, Canım Gülüm Doktor, hiç alkol tadı alsa o kadarını da yer miydi; ama Feyhan’ın çabası boşunadır. O cânım kaymaklı elma tatlısı masanın gazeteci kanadına transfer ediliyor ve minnetle kucaklanıyor.
Bu arada, bendeniz iki cami arasında beynamaz (tamam birader, biliyoruz doğrusunun bînamaz olduğunu, size ne?), evet efendim beynamaz, kulağımı hangisine vereceğimi şaşırmış vaziyetteyim. Solumda zümrüt yeşil muhabbeti gelişirken, sağımda Balıkçı nasıl ilkokuldan başlayarak adı Gazaros’u kimselerin doğru yazamadığını ve söyleyemediğini, sonunda bıkarak “Gazi” deyip kurtulduğunu anlatıyor; ama birader, adamın altına kaçırtacak ne örneklerle!
Ardından, nefes almadan, daha sol cenahta alkolü uçmuştur muhabbeti sürerken, Doktor’u turla nasıl Los Angeles’e götürdüklerini, akşam yapılacak Ermeni yemeğine de götürmeyi planladıklarını, bunun için kendisine bir de Ermeni adı bulduklarını, fakat lobide Los Angelesli bir Ermeni’nin bunu yakalayıp konuşmaya başlaması üzerine nasıl kan ter içinde kaldığını, Rulmancı’nın hemen yetişip Ermeni’ye “Bu arkadaş Türkiye’de doğdu, maalesef Ermenice bilmez kendisi” deyip zor kaçırdıklarını anlatıyor.
O sırada günah tabağını kendinden uzaklaştırıp rahatlamış Doktor da Balıkçı’yı benim hakkımda bakayım neler yumurtluyor diye dinlemeye başlayınca rahatlıyorum. Balıkçı meydanı boşaltmanın mutluluğu içinde kalın sesiyle anlatıyor: “Bu Doktor var ya bu Doktor, lobide ödü kopunca akşamki Ermeni yemeğine ben gelmeyeyim diye tutturdu. Artin (Rulmancı) buna zorla tuttu, smokin falan giydirdi, karga tulumba götürdük. Orada Ermeni marşları çalmaya başlayınca benim bir Ermeniliğim şahlansın! Ulan Doktor, dedim Doktor’a, ben seni bütün Ermeniler adına doğramaz mıyım şuracıkta!”
Doktor doğranma fiilini duyunca dayanamıyor ve ürolog cerrahlığını konuşturmak zorunda kalıyor: “Bu Gazi geçen sene elime düştü, aynen bütün bunların yarın-öbürgün düşecekleri gibi (masayı gösteriyor), ondan sonra bir daha ‘Benim hatun günde altı defa su istese veririm” demeler duyulmaz oldu, çünkü altı günde bir istese veremeyecek olduğu ortaya çıktı!”
Kahkahalar fena halde patlarken, o biraz önce Cousteau-Nemo gamında dolaşan Balıkçı, derhal titreyip özbeöz Türklüğüne dönüyor: “Ulan, ben bunların hepsini bir defa becericem, ondan sonra Gazi’nin kim olduğunu anlayacaklar!”.
Bu kadarı size yetebilir. Zaten yerim kalmadı ve Agos’u da umumi ahlaka mugayir bilmemne’den kapattırmanın alemi yok. İyi Kuzey Iraklı günler, efendim.