Baskın Oran

Bodrum’da ve Türkiye’de “en önemli”ler

Bu hafta Bodrum’da benim için “en önemli” olgu şu: On yıl aradan sonra doğan oğluna ufacık bi armağan almıştık ya, bizim Sarı dün gece, tuttu, masamıza adaçayının yanında iki tane kocaman armağan getirdi: Memleketten bir paket ihraç malı çay, bir de kutu içinde kalem takımı. İki kalem de pırıl pırıl gümüş renkte, üzerlerinde de pırlantayı andıran damlalar var.

Tabii, çok mahcup ve de memnun oldum. Ama, asıl önemli husus, açıklayış biçimiydi: “Abi, çayı demle, afiyetle iç. Kalemleri, senden iyi olmasın çok samimi bir arkadaşım hediye etti, ben de sana hediye ediyorum”. Artık, değerini bir düşünün benim için.

Türkiye’de ise “en önemli” iki olgu var bu hafta. Birinci olgu, Org. Özkök’ün 30 Ağustos resepsiyonunda, Irak’a asker göndermeyi gerekçelendirişi:  “Piyango gibi. Bir şey almazsanız asla çıkmaz. Bu da mantıktır dış ilişkilerde. Ancak, sıfır çok tehlikeli”. Yani, genelkurmay başkanımız diyor ki, piyango bileti almazsan, ikramiye çıkmasını bekleyemezsin. Irak’a asker göndermezsen, çıkar sağlayamazsın.

Çok doğru. Şu ufak farkla ki, bu Milli Piyango Bileti’nden çok Cehennem Bileti’ni andırıyor. Tek gidiş…

* * *

Türkiye’deki “en önemli” ikinci olgu, Türkiye’nin nadir beyinlerinden Gündüz Aktan’ın 1 Eylül tarihli Radikal’deki yazısı. Genelkurmay başkanının demeci kadar ve fevkalade önemli. Çünkü Türkiye’deki Derin Devlet felsefesi bugüne kadar hiç bu kadar rafine biçimde dile getirilemedi. Mutlaka internetten okuyunuz.

Tabii, Derin Devlet deyince, hemen açıklama gerek. Bu terim iki farklı anlama gelir. Birincisi, “Susurluk” tipi haydutluktur. “Devlet ve Vatan İçin” deyip, adam öldürmek dahil, her türlü melanet. İkinci anlam için, bizim Türk Dış Politikası (TDP) kitabında şöyle yazmışız (Cilt II, s.220): “Derin Devlet terimi, bir de, resmî devlet şeması içindeki kimi kuruluşların, kendilerine anayasa ve yasalarla resmen verilmemiş bir etki ağı oluşturacak biçimde örgütlenerek güç kazanmaları olgusunu anlatmak için kullanılmaktadır. Bu oluşum, siyasal yaşamın ana eksenlerini belirleme ve böylece “laiklik”, “ülkenin bütünlüğü”, “ulusal güvenlik” gibi tabu konularda “devlette sürekliliği sağlama” işlevini kendinde gören bir “çekirdek devlet” olarak ortaya çıkmaktadır”.

Bu yazıyı tabii ki tümüyle aktaramam, sütunumu aşar. Ama, bir “şah eser”in bile yanlış’ı savunduğunda vermesi kaçınılmaz gedikleri örneklemek için kimi noktalarına değineyim:

1) Türkiye’deki demokratların, ülkenin sorunlarını “postmodern yöntemlerle, yani çok zayıf bir sosyoekonomik yapı üstünde en geniş özgürlük ortamını yaratarak çözmek” istediklerini söylüyor. Arkadan da, Kıbrıs’ta tek yanlı ödün vermek istediklerini aktarıyor.

Bir kere, bu sosyoekonomik yapı geniş bir özgürlük ortamını kaldırır hale ne zaman gelecek? Herhalde, bu mantıkla hiçbir zaman. İkincisi, Kıbrıs’ta “ödün vermemek” ne demek acaba? Sonunda Kıbrıslı Türklerin geliyorum diyen ayaklanmasını körüklemek mi? Denktaş, acaba Kıbrıslı Türklerin desteğini fazlasıyla aldığı için mi istiyor arkasına “Anadolu’nun desteği”ni?

2) “Devletin kurucu ilkesi olan Kemalizmi bırakmamızı, hatta etnik konuda Sevr’e dönmemizi öneriyor” AB, diyor. Acaba devletimizin kurucu ilkesi dediği “Hangi Kemalizm”? Her şeyin “Tek” ve “üniform” olmasını savunan 1930 Modeli Kemalizm bugün geçerli ise, Kemalizm’in ortadireği “Muasır Medeniyet” ne oluyor? “Muasır Medeniyet” yorumu kemik midir, hiç bükülmesin? Hiç bükülmezse, kırılmaz mı bugünkü gibi? Niye bugün “Kemalist”ler Ülkü Ocaklarıyla kol kola? Muasır Medeniyet’i bugüne göre yorumlayabildikleri için herhalde?

Sevr’e dönmeyi kim istiyor? İskandinavya’da geçenlerde bir toplantıda nutuk attığını gazetelerin yazdığı bir İskandinavyalı mı? Bir ülkenin kendi insanına, bu arada da özellikle azınlıklarına insan muamelesi yapmasını, tapulu mallarına el koymamasını, mülkiyet hakkına ve insan haklarına saygılı olmasını, yani Lozan’ın uygulanmasını istemek Sevr’in hortlatılması mı oluyor? Sakın, Sevr, asıl, “Ulusal bütçe TBMM’ye gitmeden önce, daha hazırlık aşamasındayken İMF onayına sunulacaktır” kuralının Haziran 2000’den bu yana uygulanmasıyla hortlamış olmasın? Çünkü aynı kural aynen Sevr’in  232. maddesi. (bkz.  TDP kitabı, Cilt I, s.136)

3) “Ayrılıkçılık silaha (…) ihtiyaç duyar mı?” derken, Kürtlere bu gidişle yine silahlanmaktan başka alternatif bırakmamaya doğru yol aldığımızın farkında mıyız? AB Uyum Paketi’nde çocuklara isim koymak serbest bırakılıyor, oysa memurlar hâlâ 23 Mayıs 2002 tarihli İçişleri Bakanlığı genelgesini uyguluyorlar ve Bakanlık burada “siz aldırmayın, zorluk çıkarmaya devam edin” diyor. Bir devlet, kendi halkının önemli bir kısmını kendine düşman etmek için bu kadar da mı uğraşırmış yarabbim? Bir yandan Baran isminin konmasına engel ol, öte yandan Hakkari’de çöplük karıştırt, bir yandan da “Irak’ta günde 20.000 kişiye yemek çıkartacağız” de. Yahu, bizim Kürtler, en çok, Türkiye devletinin Bulgaristan’daki gerizekalı Jivkov yönetiminin Türk isimlerini değiştirmek istemesine gösterdiği büyük tepkiden etkilenmedi mi? Nasıl mantıktır bu, Peygamber aşkına, Allah aşkına, Allahsızlık aşkına, herbişey aşkına?

4) “Tamamlanmamış bir ulus-devlet”te devletin kurucu ilkelerini “ordu öncülüğünde” MGK’nin koruyacağını söylüyor. Kurucu ilke’den ne anlaşılması gerektiğini yukarıda arz ettim. Eğer Ulus-devlet burada bir etnik grubun (“Türklük”) ve medeniyet yorumunun (“Özel kurslarda bile türban taktırmayız”) tartışılmaz egemenliği anlamındaysa, ki maalesef öyle, çok geçmişler olsun efendim. Böyle bir oluşum devrini yaşamıştır, rahmet ola.

İyi ki rahmet ola, çünkü etnik bakımdan da dinsel bakımdan da milleti birbirine düşürmekten başka işe yaramaz hale gelmişti. Evet, biraz sıkıntı çekeceğiz, AKP’nin kendi seçmenine yaranmak için yapacaklarına mücadele ederek katlanacağız, ama sonunda “Türkiye bunu yaşamak zorundaydı; iyi ki de yaşadı” diyeceğiz. “Yukarıdan aşağıya kurulmuş ulus-devlet”lerin bunları yaşaması (ve de aşması), muazzam rafine üsluplara rağmen, tarih ve sosyolojinin emridir efendim.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı