Eskiden Bodrum’un yalnızca “Gâvur Mahallesi”nde gürültü vardı; “Müslüman Mahallesi” sessiz sakindi. Birileri beddua etmiş olacak, son birkaç yılda açılıp bangır bangır öttüren altı bardan başka (Küba, Sasha, Soho, Seamen, La Barba, Fink, son ikisinin adı da üstünde!) şimdi de M.Ali Erbil adlı komedyenimiz kardeşine Mali diye bir bar açtı, oldu yedi, ve bu sonuncusu tüy dikti.
Sosyal psikolojide birbirine zıt fakat birbirini tamamlayan iki teori vardır: benzeşme (groupthink) ve sivrilme (jockeying). İnsanlar kendilerini yalnız ve güçsüz hissetmemek için sürüye katılmaya çalışırlar, fakat aynı zamanda bu sürü içinde öne çıkıp farklı gözükmeye çabalarlar.
Bu teoriler tam da İstanbul’un parası bol ve kültürü nanay magandaları için formüle edilmiş sanki. Yeni bir bar açılıyor, eskileri gibi gürültü üzerine kuruluyor, ama eskilerden daha fazla gürültü yapıyor. Metropolde doğmuş köylüler de birbirlerine bu yeni yerde gözükmeyi marifet biliyor.
Ha, bir üçüncü teori daha var: İmpunity. Suçun cezasız kalması. Bir suç cezasız kalması, o suçu işleyecek başkalarının teşvik edilmesi demektir. Geçen gün Berk Restoran üç günlüğüne kapatıldı: mesul müdürü orada olmadığı için, oha! Bu barlar ise ortalığı birbirine katıyor, mahalleyi ve demirlemiş tekneleri 05’e kadar uyutmuyor, kurallar onlara uygulanmıyor, ve daha fazla gürültü yapan “yeni yerler” açılıyor.
Şimdi, bunların çanına birdenbire ot tıkandı. Ben her gece çalışmayı saat 01 gibi tatil edip Feyhan’ı Marina’dan almaya giderim, Crêperie’de biraz gitar dinler ve birer kadeh içip döneriz. Yolum da bu yerlerin önünden geçiyor. Her seferinde de “Allah mutluluğunuzu versiiin, valideniz hanımefendinin sıhhati nasıllaaar!” diye iyi niyetlerimi belirtirim. Bu sefer baktım kısmışlar, son derece kabul edilebilir ses düzeyinde ve adam gibi müzik çalıyorlar. Bu sefer de “Gördünüz mü validenizin yün bükme aletiniii, hah şöyle, hah şöyle!” dedim.
İşin ilginç tarafı, kalabalıkta hiç eksilme yok. Demek ki, orasına kadar açmasalar da olacakmış; ama teori var, ne yapsınlar…
* * *
Hah, şimdi gelelim konumuza. Bu nâşeriflerin sesini kim kıstırdı? Geçenlerde Radikal’de Hakkı Devrim üstat ustaca özetledi: Sabah’ta, zengin kişiler hakkında yazıp onlarla kol kola resim çektirmek gibi kültür hayatımıza önemli katkılar yapan Leyla Umar Hanımefendi ilk önce yazmış: Bu Mali denen yerin hemen yanında, ünlü Ahmet Ertegün’ün, iki konağın birleştirilmesinden oluşan bembeyaz bir malikanesi var. Ertegün, gürültü yüzünden Bodrum’a bir daha yurtdışından ünlü konuk getirmeyeceğini açıklamış. Bakanlar telaşa kapılmış. Ankara’dan hemen telefonlar edilmiş. Bu gürültü makinelerinin üçer günlüğüne kapatılması bundanmış. Gerçi Milliyet’te Yılmaz Çetiner bunu şantaj sayıp Ertegün’ü ayıpladı, Sabah’ta da Hıncal Uluç “gittiği yerlerde ayakta karşılanmak için bu barları destekliyor” diyenleri haklı kılmak istercesine Ertegün’e karşı çıktı, ama önleyemediler
Sahi, buraları Ahmet Ertegün mü adam etti, şimdilik de olsa?
Bende herhalde mesleki deformasyon var. Bir şeyi teoriye meoriye başvurmadan anlayamıyorum; o barlarda “eğlenenler” kadar kültürlü olmadığımdandır herhalde: Bu “cafe-restaurant”ları küreselleşme kapattırdı bayım, küreselleşme!
“Yahu, ne ilgisi var, bu rezil yerleri asıl açtıran küreselleşme değil mi?”, diyorsunuz. Tamam işte. Açtıran da o, kapattıran da. Çünkü küreselleşmenin çok yönü var.
Çocuk pornografisi de küreselleşmeden geliyor, Bach’ın Re Minör Tokata ve Füg’ü de.
Uluslararası tahkim’i çıkartırken Danıştay’ı devre dışı bıraktırıp Türkiye’nin kolunu kanadını kıran da küreselleşme, Türkiyeli insana insan muamelesi yaptıracak son Uyum Paketini çıkartan da.
Bangır bangır bağırtan magandalar da küreselleşmenin sonucu, onları insanlık düzeyinde kısmaya zorlayan da. Ertegün burada yalnızca bir isim; kaliteli küreselleşmenin simgesi.
Bilmem daha yazmama gerek var mı. Bilmem, küreselleşmenin önlenemeyeceğini ama adam olunursa seçime tabi tutulabileceğini, onun içinden kimi şeylerin seçilip engellenebileceğini, kimi şeylerin ise seçilip benimsenebileceğini, ve böylece küreselleşmenin zararının mümkün olduğunca yarara dönüştürülmesinin bal gibi de mümkün olduğunu… Bunları da açık açık söylemem gerekir mi?
Ama kalkıp da derseniz: “Bizde seçme kültürü yok, bilmemneyimizfenasıkışıncahareketegeçme kültürü var; bu herifler üç gün sonra yine sonuna kadar açarlar”, hakk-ı âliniz vardır efendim…
NOT: AB’ye “Emperyalizmdir” diye, hiç seçme zahmetine katlanmadan karşı çıkanları biraz olsun düşünmeye sevk edebilecek bir haber vardı gazetelerde (18 Ağustos), okudunuz mu: ABD, “barış operasyonları”nda (yani, Irak’a saldırıda) görev yapacak askerlerin Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanmasını önleyecek bir ikili anlaşmayı Türkiye’ye imzalatmak için baskı yapıyor. AB de “sakın ha, imzalama!” diyor. Hadi bakalım, ikisi de emperyalist, ne yapacaksınız.