29 Ocak Pazartesi günü savcı çağırmış, avukatım Oya Aydın’la gittik. STÖ yöneticileri de dayanışma için geldiler, varolsunlar. Çıkışta medya karşıladı, mealen aşağıdakileri söyledim:
***
Seçim ortamından ve Kerkük’teki durumdan da kuvvet alarak yükselen ırkçı milliyetçilik sonucu, üç dalga halinde hakaret ve tehdit aldım:
1) Kasım 2004. Azınlık Raporundan sonra. İstanbul’dan, aynı santralden üç ayrı telefon ve faks. Telefonumda numaraları çıktı. Savcılığa ilettik. Sonuç: “Soyut bir iddiadır, dava açmıyoruz”. Herhalde, telefon numaralarıyla birlikte telefon ahizelerini ve kordonlarını da istiyorlardı, veremedik.
2) Mart 2006. İstanbul Kürt Konferansından önce ve sonra. Eposta mesajlarıyla. Savcılığa ilettik, tanıdık birinin yardımıyla IP numaralarını tespit ettirdik. Aradan 10 ay geçti, sonuç: Hiçbir dava açılmadı, savcı şimdi beni çağırtıp tehdit sahipleriyle uzlaşıp uzlaşmayacağımı sordu, bu konuda yorum yapmak istemiyorum, hayır dedik, ayrıldık. Şimdi, bu galiz küfürleri burada tekrar edemeyeceğim için basılı olarak dağıtıyorum. [Dağıttık].
3) Son hafta içinde: “Ananı bende tanıyom ama benim çocuğum olsaydın vatanhaini olmazdın.akıllı ol baskın akıllı ol, pamuğada söyle bin koruması olsa onu bizim elimizden kimse kurtaramaz yeterki öldürmek isteyelim. Vatancephesi Samsun Sorumlusu.”
Şimdi düşünüyorum, acaba bunu da yargıya bildirsem mi. Bildirsem ne olacak? Şimdiye kadar bildirdik de ne oldu?
Tam bu noktada, aklıma devletin klasik tanımı geliyor ve Türkiye için ürperiyorum: “Devletin varlığının sebebi, bireyi maddi ve manevi olarak korumaktır. Karşılığında da, ondan sadakat talep eder”. Oysa, koruma yok. Tersine, üç şey yapılıyor:
1) Kaba kuvvet kullananlar: Hiçbir şey yapmamak suretiyle bunlar cesaretlendiriyor: Dava açılmıyor, “Kalabalıkta kurusıkı ateş etmek suç değildir” ve “Kolay sağlanacak malzemeyle bomba yapmak ve patlatmak daha az ceza gerektirir” gibi kararlar çıkıyor.
2) Fikir sahipleri: “Türklüğe hakaret etti” kararlarıyla ve beraatlara itiraz yoluyla bunlara vuruluyor. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Poyrazoğlu bizim Azınlık Raporu davasından aldığımız beraatı Yargıtay’a bizzat kendi imzasıyla götürdü. Yasin Hayal dosyası Yargıtay Cumhuriyet Savcılığında 1 yıla yakın beklemişken, bizimki 1 ay içinde dairesine ulaştı. Üstelik Poyrazoğlu, bizi ihbar eden iki kişinin müdahil olması gerektiğini de yazdı.
3) Zayıf gruplar: Bu insanlar bir de “Türk-olmayanlar”, “Yerli yabancılar”, “Yabancı uyruklu TC vatandaşları”; “Türklüğe hakaret etti” gibi terim ve kararlarla vuruluyor.
Şimdi, linç kültürü bu durumda cesaret almaz da hangi ortamda alır? Tabii ki birtakım kişiler duruşmalara geliyorlar, önce laf atıyorlar, kimse karışmayınca pet şişe atıyorlar, kimse karışmayınca madeni para.
Sonra da efendim, kurşun atıyorlar. Biz de oturup kara kara düşünüyoruz: Kim var acaba bu katilin arkasında, diye.
Devletimizin tehlikede olduğu söyleniyor. Nasıl tehlikede olmasın? Devlet bireyini korumazsa birey devletine sadakat gösterir mi? Bireyin sadakati olmadan devlet devletliğini yaşayabilir mi? Koruma talep ettim mi? Hayır. Ben talep etmem. Devletin asil görevidir.
Şu günlerde çok ilginç bir Yargıtay kararı çıkacak; bekleyiniz: Prof. Kaboğlu ve bana “Babalarının kim olduğunu analarına sorup öğrensinler” diye Meclis kürsüsünden hakaret eden ANAP Milletvekili Süleyman Sarıbaş’a ceza davası açamadığımız için tazminat davası açtık, 5000 YTL’ye mahkum ettirdik, birkaç gün önce Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bozdu. Gerekçe belli değil, merakla bekliyoruz. Sadece basına sızan haberleri aktarabilirim:
Gerekçe, Borçlar Kanununun 44. maddesi imiş: Özetle: “Zarar görenin de kusuru varsa, tazminat indirilir veya verilmez”. Yani, Azınlık Raporunu biri yazan diğeri oylatan bu iki profesör Türkiye’nin temeline dinamit koymuşlardır, analarına küfretmek meheldir. Tabii, biz bu arada Azınlık Davasından beraat etmişiz, hiç önemli değil.
Yargımız hakkında söylemek istediğim çok üzücü iki şey daha var:
1) AB Uyum Paketleri arasında, ülkedeki zayıf guruplara hakaret eden ve onları hedef gösterenlere karşı iki hüküm de getirilmişti: TCK md. 216/1 ve 2. Ama bu şimdiye kadar bir tek kişiye uygulandı: Güneydoğu’da sağlık ocağında bekleşenlere “Pis Kürtler! Hepiniz PKK’sınız” diyen bir askerî doktora, ki bu kararın Yargıtay aşaması hakkında hiçbir bilgi yok. Yani, yargımız henüz daha 216’yı keşfetmedi. Dahası, ters yönde keşfetti: Kaboğlu’yla ikimizi 216/2’den yargıladı.
2) Meşhur 301’e bir son fıkra eklenmişti: “Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz”. Yargımız, bir bütün olarak, henüz bunu da keşfetmedi.
Sonuç: Polisimizden çok önce, yargımızı acilen büyüteç altına almamız gerekiyor. Devlet devletliğini korusun diyorsak eğer.
Şu anda, açtığım çok sayıda hakaret davası görülmekte. Bu yazdıklarım bana zarar vermez mi? Verebilir. Ama yazmasam da bu atmosferde zaten veriyor. Hiç olmazsa bilinsin.
Not: Bugün bendenize koruma verildi. Teşekkür ederim Hrant’ım, canım kardeşim.