Baskın Oran

Bana birbirinden önemli iki şey öğreten hocamın ardından…

Bana birbirinden önemli iki şey öğreten hocamın ardından…

Bana birbirinden önemli iki şey öğreten hocamın ardından…

1964’te 19 yaşındayım, ODTÜ ve Ankara Hukuk’u esas listeden, Mülkiye’yi de birinci yedekten kazanmışım. Gönlüm Mülkiye’de çünkü diplomat olan küçük abimin izinden gitmekteyim. Ama o yıl ABD’den yeni dönmüşüm, İzmirli arkadaşları ziyarete gittiğim ODTÜ’nün ortamını çok sevdim. Tereddüt oluştu.

O sıralarda 61 Anayasası bütün gönüllerde ve ağızlarda. ODTÜ’deki arkadaşlardan biri dedi ki, “Mülkiye’de bir doçent var, anayasayı yazdı, çok iyidir.”

Mümtaz Abi’yi ilk defa o zaman duydum. Zaten sıram da gelmiş, derhal Mülkiye’ye gidip kaydımı yaptırdım. Sol kavramıyla orada tanıştım. Dört yıl öğrenciliğini, dört kere atılmama rağmen de kırk yıl hocalığını yaptım.

***

Mümtaz Abi’nin dersleri biz öğrenciler için bir tür ibadetti. Çocuğuz daha; ders başlamış, dır dır çeneye devam. Dirseklerini kürsüye dayar, öyle bakardı bize, başlamazdı. Susardık, utanarak. Başlardı anlatmaya. Teneffüste odasına gidemezdi çünkü etrafını çevirir soru yağmuruna tutardık, bakardık zil çalıyor, hadi herkes yerine, devam…

Sadece ders anlatmazdı. Yürekli tutum nedir, onu da gösterirdi. Bir keresinde bir arkadaş, “Hocam, sivil polisler de var aramızda” diye seslenmişti oturduğu yerden, Mümtaz Abi, “Gösterin, hemen kulağından tutup atayım” demişti. Büyülenmiştik. Aynı kürsüden Prof. Fazıl Sağlam da yazdı geçen gün, durmadan işgal-boykot yapıldığı bir zamanda, dersine dalıp “Boykot var, herkes dışarı!” diye bağıran iri yarı bir genci o ufacık boyuyla yaka paça dışarı atmış, çocuk da gıkını çıkartmamış. İnanırım, aynen olmuştur.

Yön dergisini hacı bekler gibi beklerdik her hafta. Başyazıyı Mümtaz Abi yazmışsa bayram ederdik; biz yazmış gibi okurduk saniyede. Benim yazı üslubumu en çok etkileyen insandır.

***

Mülkiye’yi bitirdiğimiz 68’de Anayasa’ya Giriş’i yayınladı. Ertesi yıl da, Dinamik Anayasa Anlayışı – Anayasa Diyalektiği Üzerine Bir Deneme’yi. İfade özgürlüğünün ödün vermez abidesi, bize sınıfta anlattıklarını kitaplaştırmıştı. “Diyalektik” terimini ilk defa ondan duymuştum. “Proletarya diktatörlüğü”nü de. “Marksist demokrasi”yi de. İnanılmaz enginlikte bir demokratik ufuk açmıştı bizim kuşağın önüne.

O yıllarda en çok tartışılan şey, “Anayasa sol’a açık mıdır?” konusuydu. Mümtaz Abi anayasaların, toplumlar geliştikçe dinamik biçimde yorumlanması gerektiğini söylüyor, ayrıca “sola açıklık” konusunda şöyle yazıyordu:

Anayasanın ideolojisi budur demek başka bir şeydir, anayasanın bu ideolojiden başkasına kapalı olduğunu söylemek başka şey.” Mülkiye’yi bitirip onun kürsüsüne 1995 sonunda asistan olan (ve 2017’de KHK’yle atılan) Doç. Murat Sevinç, benim burada bu yazı boyunca anlattığım ana fikri tek paragrafta özetleyen yazısında yorumladı bunu: “Yani, bir şeyin ‘olmaması’ ile bir şeye ‘kapalı olmak’ arasındaki fark.”

Mümtaz Abi yazdıklarının fiyatı olarak, 71’de dekanımızken, 12 Mart askerî faşizmi tarafından dersinden alınıp götürüldü. Fakülte kapısına dizilip avuçlarımız patlayana, gözlerimiz bulanana kadar alkışladık götürülürken. Anayasa’ya Giriş’te komünizm propagandası yapmaktan 6 yıl 8 ay ağır hapse, ayrıca kamu haklarından ebediyen mahrumiyete çarptırıldı. Toplam 14,5 ay Mamak’ta kaldı.

Çıkınca, Uluslararası Af Örgütü ikinci başkanlığı yapacak, 79’da UNESCO Uluslararası İnsan Hakları Eğitimi Ödülü alacaktı.

***

Mümtaz Abi’yi son görüşüm, programına daha önceleri de kaç kere katıldığım Balçiçek İlter’in 13 Kasım 2013’teki Karşıt Görüş’ünde oldu. “Atatürkçülük tartışılacak” diye anons edilmiş; kadim dostlarımdan Ülkü Özen hatırlatıyor.

O sırada “Andımız” okullardan kaldırılmış, laf oradan açılmış, Mümtaz Abi “Çocuklara sordular mı?” dedi. Ben ne diyeceğimi bilemedim; ilkokul öğrencilerine kim ne zaman neyi sorar ki? Tabii, konu gelip dayandı, Andımız’daki “Türk” vurgusuna. Ben “Türkiyeli” kavramının çok daha kucaklayıcı olduğunu söylemeye çalışırken müdahale etti: “Ama senin pasaportunda ‘Türk’ yazıyor?

Ben kısaca açayım diye uğraşıyorum söylediklerimi, Mümtaz Abi yine tekrar ediyor: “Ama senin pasaportunda ‘Türk’ yazıyor?” Neler oluyor yarabbi? Çünkü ben ne söylersem söyleyeyim, aynı şeyi tekrar ediyor: “Ama senin pasaportunda ‘Türk’ yazıyor!” Nihayetinde soru işareti mi var ünlem işareti mi, emin değilim.

Bir anda, Balçiçek’le bakışlarımız karşılaştı ve saniyesinde anlaştı. Mümtaz Abi iyi değildi. Programı bir an önce bitirmek lazımdı. Yine Ülkü hatırlatıyor, bitirirken, “Elleri öpülesi hocamla bir araya getirdiğiniz için çok teşekkür ederim size” demişim Balçiçek’e. Zaten ondan sonra kardeşleri de uyardı, bir daha çıkmadı TV’ye. Arkasından da Alzheimer haberi duyuldu zaten…

***

İnanmanızı istiyorum; bu yazıyı burada bitirmek için çok şey verirdim.

Çünkü Mümtaz Abi’yi hem gerçekten sevdim hem de aramızda ideolojik olarak çok güçlü bir paralellik vardı; uzun süre tamamen simetrik, bir noktadan sonra tamamen asimetrik.

Simetrik derken; ikimiz de Fransız kültürü almıştık, ikimiz de solcuyduk, ikimiz de (bütün Mülkiyeliler gibi) “Kutsal Devlet” kavramıyla hercümerç olmuştuk, ikimiz de Kemalisttik.

Öğrenci olarak, Demirel yönetimine karşı “Morison Süleyman, İstifa Ne Zaman?” diye günaşırı yaptığımız yürüyüşlerde polis saldırınca bağırıyorduk: “Ordu-Gençlik El Ele, Milli Cephede!” Yetmezse, İstiklal Marşı’nı okuyorduk, polisler selam duruyordu. Benim 7 aya mahkûm olduğum 1967’deki olay, bir Kıbrıs yürüyüşüydü: ABD’nin Kıbrıs özel temsilcisi Cyrus Vance’i Esenboğa’ya indirtmemiş, sonra Kızılay’a gelip Amerikan Haberler Merkezini “Türk bayrağı asılsın!” diye taşlamıştık.

Kemalizm’imiz mi daha çoktu, solculuğumuz mu, şu anda iyi biliyorum ama o dönemde bilmiyorduk. Bildiğimiz, sadece solcu olduğumuzdu.

***

Mümtaz Abi de simetrik bir tablo çizdi. “Kutsal Devlet” tutkusunu, özellikle, “Çözüm, Çözümsüzlüktür” politikasının mimarı Denktaş’a 70’lerin sonundan itibaren Kıbrıs’ta başdanışman olduktan sonra ciddi biçimde yükseltti.

Ben bunu, hocamın görev anlayışına bağladım. Veya, neyse.

Bundan sonra Mümtaz Abi, Orly’deki THY kontuarına bomba koyan ASALA’nın 1985’teki Paris davasına müdahil Türkiye’nin temsilcisi olarak çıktı. Ankara’nın bugün de savunduğu tezleri teker teker ileri sürdü. Olayın baş sanığı Varujan Garbisyan, “Sizin çektiğiniz acılardan dolayı ben büyük acı duyuyorum. (…) Siz de bizim çektiğimiz acılar için benim yaptığım gibi üzüntü duyduğunuzu söyleyebilir misiniz?” demişti. Ardından, 85 sonunda İsveç’e gidip, Türkiye’deki insan hakları ihlallerini en çok eleştiren bu ülkeyi ikna etmeyi üstlendi.

Ben bunu da ASALA cinayetlerinin yarattığı tepkiye bağladım. Veya, neyse.

Kendim de 1986’da Yunanistan’da Batı Trakya azınlığının çektiklerini kitap olarak yayınlamış, ardından da Avrupa’da konferanslar vermiştim. 6-7 Eylül pogromunu on yaşımda bizzat yaşadığım halde, Türkiye’de Rumların neler çektiğinden hiç haberim yoktu. Ermeni meselesini duymamıştım, daha doğrusu duymuştum da okullarda anlatıldığı gibi duymuştum.

***

Ardından, 26 Eylül 1997 tarihli Hürriyet’te “Derin ve Çapaçul”u yazdı. Şöyle diyordu: “Devletin ayrıca ‘derin devlet’ diye adlandırılmaya gereksinimi yoktur. Yerine göre gizlidir, yerine göre saydam. Ama, neyin gizli, neyin saydam olacağı da yine kurallara bağlanmıştır.

Bunu, Ziverbey Köşkü’nde İlhan Selçuk dahil (ki, Yön’ün başyazılarını nöbetleşe kaleme alırlardı) nice gençlerin ağır işkenceden geçirildiği, “kontrgerilla” ve “özel harp” terimlerinin artık ezberlendiği, E. Korg. S. Yirmibeşoğlu’nun “6-7 Eylül ne muhteşem örgütlenme değil miydi! Kıbrıs’ta cami bile yaktık biz” dediğini gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun 1991’de açıkladığı bir dönem için yazıyordu. Kendisinin de Mamak’a atıldığı.

Bunu okuyunca epey şaşırdım, ama bunu da Mümtaz Abi’nin kindar olmadığına bağlamak istedim. Veya, neyse.

Fakat 17 Ağustos 2009 gibi artık herkesin her şeyi öğrendiği bir tarihte, Cumhuriyet 2. sayfadaki “Açı” köşesinde yazdığı “Kesin Çözüm”ü okuyunca, bunu bişeye bağlayamadım. Bittim. Yıkıldım.

Çünkü burada, “Etnik kimlik mikrobunu çileli Anadolu halkının içine tekrar sokan ve bölücülük tehdidiyle başka etnik haklar koparıp yeni bölünmelerin kapısını açmaya çalışanların”, yani Türkiyeli Kürtlerin, Irak’taki Türkmenlerle mübadele edilmelerini öneriyordu…

***

Tekrar edeyim: Mümtaz Abi’yle çok uzun zaman simetrik bir paralelizm içinde olduk. İkimiz de Türk Devleti’ni babamız olarak gördük. Mümtaz Abi kendi doğrultusunda gittikçe hızlanarak devam etti. “Kesin Çözüm”ü önerene değin.

Ben ise zaman geçtikçe ve öğrendikçe çok farklı düşünmeye başladım. Devletin babamız değil, anamızın kocası olduğunu fark etmeye değin.

Devlet’ten, İnsan’a geçmiştim.

Bundan sonra paralelizm, santim santim asimetrik olmaya gitti.

Bu açıdan bakınca, Mümtaz Abi gerçekten çok başarılı bir hocaydı. Çünkü bir hocanın başarısı, en çok, yetiştirdiği öğrencilerin kendisini aşmasıyla ölçülür.

***

Bu noktada, bir diğer çok önemli hocamın, devletler hukuku profesörü Seha Meray’ın bizlere söylediğini nakledip bitireyim:

Maliye hocamız, 1950’lerde yazdığı teksiri okutmakta bize. Öyle ki, içinde sözünü ettiği bazı bankalar kapanmış. Galiba üçüncü sınıftayız, bunu bi teneffüste Seha Hoca’ya açtık.

Seha Hoca önce, bir hocayı diğerine çekiştiriyoruz diye bizi sıkı bi fırçaladı.

Sonra, ilave etti: “Evladım, bazı hocalar nasıl olunması gerektiğini öğretir. Bazı hocalar da, nasıl olunmaması gerektiğini. İkisi de birbirinden önemlidir.”

Mümtaz Abi, ikisini de kendinde birleştirmiş bir hocamızdı.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı