Avustralya gezimi ve oradaki dostlari (ki bu gezinin içinde Bangkok gibi muazzam ilginç bir yer daha var) birkaç yazida anlatmak zor. Çünkü Türkiye’nin dinamizmi bu köseyi gezi notlariyla doldurmaya izin vermeyecek kadar taskin; günceli yazmak kendini fena halde empoze ediyor. Ama hiç olmazsa kimi seyleri anlatmaliyim.
Tanidik dedim, çünkü Avustralya da “uluslararasi askerî operasyon” dedin mi âninda kosan bir devlet. Katildigi operasyonlari saymaya ömür yetmez, savaslarin birkaçini sayayim da basiniz dönsün: Boer Savasi (1899, G.Afrika), I. Dünya Savasi (60.000 ölü), II. Dünya Savasi (30.000 ölü), Kore (1952) , Vietnam (1960’lar), Körfez (1991), Afganistan (2002). Ben bu ülkeyi tanimadan önce bu gayretkesligin yalnizca Türkiye gibi stratejik OBD’lerin özelligi oldugunu sanirdim (“orta büyüklükte devlet” kavrami ve özellikleri için bkz. bizim Türk Dis Politikasi kitabi, cilt 1, s.29-46). Avustralya stratejik degil, ama tipik bir OBD. Türkiye’nin kendi stratejik önemini sürekli gündemde tutmak için durmadan askerî gücüne vurgu yapmasina karsilik, anladigim kadariyla Avustralya’nin ayni seyi yapma nedenleri tarih içinde degisiyor:
1) Ingiltere tarafindan 1787’de bir ceza ve sürgün yeri olarak seçildikten sonra sivil örgütlenme ancak 1830’larda basliyor. Ingiliz kolonileri 1854-56 Kirim Savasi üzerine, dünyanin bu unutulmus kösesinde kuzeyden gelebilecek bir tehditten (özellikle Japon) ürkerek bir yandan federasyon olusturmaya çalisiyor, bir yandan da Ingiltere’nin semsiyesinden yararlanmak için bu ülkenin her “Yürü!” deyisinde asker gönderiyor (buna tek itiraz eden kim olmus, tahmin edin: anneler!). Tarihi olmayan Avustralya bugün de Ingiltere’ye çok bagli ve birkaç yil önce yapilan bagimsizlik referandumuna olumsuz oy verdi.
2) Koloniler 1901’de federasyon kurduktan sonra, göçmenleri bir ulus halinde birlestirmeye çalisiyorlar. Bunun için bir “milli dava” ve bir “milli tarih” yaratmak lazim. Yine bunun çaresi disariya asker göndermek olarak bulunuyor. Ilk uygulama 1915 Gelibolu oldugu için, Çanakkale muharebesi bu ülke için, bizim için oldugundan bin kere daha önemli. Nitekim, basbakanlari söyle diyor: “Avustralya, Gallipoli kiyilarinda dogmustur”. Üç saatte ancak kosarak yalapsap gezebildigimiz Canberra’daki Savas Müzesi’nin yarisi Gelibolu üzerineydi ve enfesti.
3) Bugün de Avustralya “hiyarim var diyene tuzla kosuyor”. Son Afganistan savasina 350 kisilik bir SAS komando grubu gönderdi ve biz oradayken, eger Irak’a müdahale olursa derhal asker yollayacagini resmen bildirdi (böyle bir avansçi da az görülmüstür!). Nedeni, yine Bati’nin ilgisini çekmeye devam etmek: bu sefer de Çin’den, komsusu Endonezya’daki Islamci hareketten ve mülteci dalgalarindan çekiniyor. Artik Ingiltere’nin esamisi okunmadigi için de, “Hegomon Güç” ABD’nin yaninda bulunmaya önem veriyor. Onun Okyanusya’daki “Eksen Ülke”si olmak istiyor (bu kavramlar için bkz. 28.12.2001 tarihli Agos veya Türk Dis Politikasi kitabi, cilt 1, s.31-32). Biraz tanidik geldi mi?
* * *
Gelelim dostlara. Daha önce de söyledim, olaganüstü ilgilendiler; bu kadar olur. Gak dedikçe et, guk dedikçe su verdiler. Allah razi olsun!
Mutluluk verici bir husus da su ki, Türkiye’den gidenler orada gerçekten iyi durumda. Evet, hasret çekiyorlar. Evet, ilk gidenler belli sikintilar çekmisler ve bu yüzden de kimisi hiç Ingilizce ögrenememis. Çünkü ayak basar basmaz fabrikaya veya baraj yapimina gönderilmisler. Hatta, içlerinde Avusturya’ya gidiyorum diye gidenlerin veya Almanya çocuk almiyor burasi aliyor diye tercih edenlerin oldugu, hatta ve hatta aralarinda ilk gittiklerinde bilmeden ucuz diye kedi mamasi yiyenlerin bulundugu söyleniyor. Ama simdi birer bahçeli eve, otomobile, istedikleri gibi bir yasama sahipler. Çocuklari da üniversitede. Yani, maddi durumlari çok rahat. Çok çalisan Türkiye standartlariyla çok iyi, isi olmayan da issizlik sigortasiyla bal gibi geçiniyor ki, bu sigortayi istismar etmek de epey kolay.
Manevi durumlarina gelince, o daha da mükemmel. Çünkü bu ülke çokkültürcülügün zirvesinde. Irkçilik gibi durumlarla karsilasmayi tamamen bir kenara atin gitsin. Geldigin yerin kültürünü korumana yardim için ne gerekirse ve ne gerekmezse yapiliyor. Amaç, Avustralya’yi sevdirmek ve bu sayede insanlari zorunlu degil gönüllü vatandas yapmak (ah be kardesim, Türkiye Cumhuriyeti sunu bir anlasa!). Su kadarini belirteyim de kisa olsun: üniversiteye giriste Türkçe bilmek havadan yirmi puan getiriyor!
Diger yandan, hiç de laubalilige izin verilmiyor. Türklerden en çok duydugumuz sözlerden biri, arabaya biner binmez, “Aman hocam kemeri tak!” sözü. Bir de, araba kullanirken cep telefonu çalarsa hemen basliyorlar: “Araba kullaniyorum, sonra ara!”. Katiyen belirtilen hizdan fazla gitmiyorlar, çünkü her yerde flasli fotograf makineleri çat çat çekiyor ve eve 200 dolarlik “hediye”ler yolluyor. Polis dersen, vallahi hiç görmedim! Asker dersen, o nedir ki?
Beni rahatsiz eden bir tek husus oldu bu ülkede: Türklerin çocuklarina Türkçe ögretmede epey “gevsek” davranmalari. Bir hanim, geleli yirmi yil olmus ve “bir türlü Ingilizce’yi hallledeme”digini söylüyor, çocugu yaramazlik yapinca bagiriyor: “Be good now!” (uslu dur!). Oysa yazmistim, Türkiye’den gelmis Ermeni ana-babanin mutlaka birinden biri sirf Türkçe konusuyor çocuklarla ve Türkçe cevap istiyor.
Firsat buldukça anlatmak istiyorum orayi. Eger bir ülkeye gidip yerlesmek isteseydim, bu kesinlikle Avustralya olurdu.