2009’da bireyler Ermeni kıyımı için özür dileyince, Başbakan Erdoğan “Herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir sorunu yok” dedi.
Üç gün önce 24 Nisan idi. İstanbul’dan 250’ye yakın Ermeni aydınının tutuklanma ve bütün Anadolu’da Ermeni kıyımının başlatılma tarihi.
Bu kıyım Cumhuriyet’ten önce yapılmıştı. Ama Ankara, bu insanlık suçuna karışmış kişileri, o dönemde yetişmiş kadro sıkıntısından veya siyaseten de olsa TBMM Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı gibi mevkilere getirdi. Bunun ötesinde, devletimiz olayı bugüne kadar kamuoyundan sakladı. Olmamış gibi davrandı. Yurt dışında da özellikle ABD başkanlarının “jenosit” kelimesini telaffuz etmemeleri için elinden geleni yaptı.
Oysa, hiç olmazsa 4 kişinin Aralık 2008’de başlatıp 33.000 küsur kişinin internetten imzaladığı şu metni taa Yargıtay Ceza Gn. Kuruluna kadar gidecek bir adli takibat konusu yapmayıp bir yumuşak iniş becerebilirdi:
“1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felâket‘e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.“
Tersine, Başbakan Erdoğan “Herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir sorunu yok” dedi.
14 Mayıs’ta oy vereceğimiz cumhurbaşkanı adaylarından Sinan Oğan da şöyle konuştu: “Özür metninde ‘Ermeni Soykırımı’ yerine ‘Büyük Felaket’ (Medz Yeğern) kullanılması Türk halkını aldatmaya yönelik bir kelime oyunudur. Amaç, olayı basit ve masum bir özür kampanyası olarak göstererek imza toplamak ve dünyanın en büyük suçu kabul edilen soykırım suçunu Türk halkına kabul ettirmektir.”
***
Neyse, başlık konumuza geçelim. Ama şuradan pay biçiniz ki, bu korkunç olaydan 108 yıl sonra bile Valilikler İstanbul ve Ankara’da konuyla ilgili panelleri yasakladılar. Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi “Ankaralı Ermeniler” konulu panelini ancak internet üzerinden yapabildi. Ama “bir grup genç” Sıhhiye köprüsüne dev bir pankart asarken devlet karışmadı, o başka: “Türk Milleti sizden razı, Allah da razı olsun – Yaşasın İttihat Terakki”.
***
Ankaralı Ermenilerin durumu, tam bir “azınlık içinde azınlık” vaziyeti. Çünkü bunlar Katolik ve Gregoryen/Apostolik olan çoğunluk Ermenileri temsil eden Kumkapı Ermeni Patrikhanesi tarafından Ankara’ya sürdürülüyorlar. Olay çok özetle şöyle:
18. yy. başında Osmanlı büyük mali müzayakaya (sıkıntıya) düşüyor. Musevi sarraflardan borç almaya başlıyor; gittikçe de daha fazla. (Çünkü 16. yy. başında başlayan merkantilizmi [okyanus-aşırı ticareti] ıskaladığı için Avrupa-Uzak Doğu ticareti artık kendi topraklarından geçmiyor [geçsin diye bayıla bayıla vermişti kapitülasyonları]. Ayrıca, 1648 Vestfalya Antlaşması sonucu Avrupa’da mezhep savaşları bittiği için artık oraları her ilkbaharda yağmalayamaz olmuş)
O sıralarda, Sivas’ta doğan Mıhitar (1676-1749) dinsel ve entelektüel görüşleri zamanın Kilise hiyerarşisine uymadığı için Katolik papazı oluyor. Kurduğu Benedikten temelli cemaat matbaalar ve okullar sayesinde Ermenicenin bir bilim dili haline gelmesine en büyük önemi vermekte. (Bize Osmanlı’daki ilk matbaayı 1727’de [Macar asıllı] İbrahim Müteferrika’nın kurduğu öğretilmiştir; oysa Gutenberg’den sadece 44 yıl sonra Museviler 1494’te kurmuşlar, Ermeniler de 1567’de İtalya’dan getirttikleri aletlerle)
Cemaat, çocuklarının bu okullara gitmesini isteyenlerin bağışlarla güçleniyor. İstanbul Ermenilerinin en zenginleri bunlar oluyor ve sonuçta Osmanlı devleti bu sarraflardan daha iyi koşullarla borç almaya başlıyor.
***
Kumkapı Ermeni Patrikhanesi durumdan çok rahatsız. Sadrazama başvuruyor. Sadrazam da rahatsız çünkü Katolik Ermeni demek o dönemde Latin etkisi demek ve bu da Bizans’tan beri hiç istenmemiş bir durum. (Zaten unutmayalım, Fatih’in Rum Patrikhanesi’ni çok kuvvetlendirmesinin sebebi, Rumları kolay yönetme amacının çok ötesinde, Papa’ya rakip çıkartmak için).
Mıhitarist cemaat rahatlamak için 1717’de Venedik’e taşınıyor. Çünkü burası Vatikan’ın/Latinlerin etkisini taşımıyor; zaten Venedik, Vatikan’a coğrafi olarak fazla yakın olduğu için hep ondan uzak durmaya, Doğu’ya yakınlaşmaya çalışmış tarih boyunca. Orada, daha önce cüzamlı kolonisi olarak kullanılan San Lazzaro adasını kaplayan bir manastır kuruyorlar. Burada çok ciddi bilimsel araştırmalar yapıyorlar. (Ben de gidip gördüğümde müzelerinde Mısır mumyaları vardı) O kadar ki, Venedik’teki bütün manastırları kapatan Napoléon 1810’daki fethi sırasında burayı ismen zikrederek bağışık tutuyor.
Sonuçta, Kumkapı Patrikhanesi İstanbul’daki Katolik Ermenileri Anadolu’ya, özellikle de Ankara’ya sürdürüyor. 18. yy. boyunca, dalgalar halinde. Zaten 1830’da da Saray “Katolik Ermeni Milleti”ni tanıyacak.
***
O zamanlar Stanoz olarak anılan köyde (bugün Sincan’a bağlı Zir Vadisi) tiftik yetiştirenler var ama, Ankaralı Ermenilerin temelini bu Katolik Ermeniler oluşturuyor. Bunlar bugünkü gibi otoyol değil gerçek bir ırmak olan Bent Deresi’nin kıyısı ile yukarıdaki Kale arasına yerleşiyorlar. Kale tarafındaki mahalleye Yukarı Mahalle, Bent Deresi kıyısına “Aşağı Mahalle” deniliyor.
Utanarak söylüyorum, benim kuşağım üniversitede iken Ankara’nın “aşağı mahalle”sinin aramızdaki adı “Bentderesi” idi, oraya kurulmuştu, bilmem anlatabildim mi. Başka kentlerde de eski Gayrimüslim mahallelerinin aynı biçimde kullanıldıkları bilinmekte. Ör. İstanbul’da pandemi yüzünden 2019 sonunda kapatılan Yüksekkaldırım’daki genelev sokağında 2 sinagog, 1 de kilise binası yer almakta imiş.
***
Yine genele (Osmanlı’ya) dönerek bitirelim.
Daha önce de yazmışımdır, 1847’ye kadar Osmanlı’da bir Ermeni meselesi yok. (Çünkü İstanbul Ermenileri Saray’la çok iyi ilişki halindeler [sarraf, doktor, mimar…], Anadolu Ermenileri de İstanbul’a verginin yanı sıra yerel Kürt beylerine de haraç vermek suretiyle üretimlerini sürdürüyorlar.)
1847’de Kürtlerin başlıca lideri Bedirhan Bey başkaldırdığı için İstanbul’a (oradan da Girit’e) sürülüyor ve başsız kalan Kürtler Ermenileri talan ediyorlar. 1859’da Şeyh Şamil Ruslara yenilince K. Kafkas halkları Anadolu’ya sığınıyor ve aynı şeyi yapıyorlar.
Anadolu Ermenilerinin öz savunma olarak Ruslara bakmaya başlaması bundan sonra. Çünkü 1839 Tanzimat ile 1856 Islahat fermanlarında Gayrimüslimlerin eşit tebaa ilan edilmesinin Kürtlerde yarattığı büyük tepkiyi bilen II. Abdülhamid 1890’da “Hamidiye Alayları”nı kurarak Doğu Ermenilerini kırmayı devlet politikasına dönüştürecek.
Bunun sonucu, 1878 Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’na (Md. 16) Rusların şunu yazdırması: “Osmanlı Devleti Ermenilerin oturduğu eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahatı vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkeslere karşı emniyetlerini sağlamayı taahhüt eder.” Yani Osmanlı artık Ruslara hesap verecek.
İngiltere, Rusya’nın bu kadar güçlenmesine izin veremez. Aynı yıl (Kıbrıs’a el koymak karşılığında) yaptırdığı Berlin Antlaşması Md. 61’e aynı hükmü koyduruyor. Artık Osmanlı Ermeniler konusunda İngiltere’ye hesap verecektir. “Şark Meselesi” artık “Ermeni Meselesi”ne dönüşmüştür.
Ama İngiltere’nin “sürekli dostları ve düşmanları” yoktur. 1871’den sonra Almanya güçlenince, onu doğudan tehdit etsin diye Rusya’ya yaklaşır. Sonuç, Şubat 1914 Osmanlı-Rusya Yeniköy Antlaşması’dır. Aynı madde, denetleyici yine Rusya. Yani Ayastefanos’a rücu.
İttihatçılar milliyetçidir ya, bu son antlaşmayı geçersiz kılmak için onun nesnesini yani Anadolu’daki Ermeni varlığını ortadan kaldırmaya karar verirler. Ankaralı Ermenilerin de dahil edildiği ölümcül bir tehcirle.
İşte, Türkiye Cumhuriyeti’nde konuşturulmayan, konuşulması bugün Valilikler tarafından yasaklanan öykü çok çok özetle budur.