Korku filminin absürdü (saçması) olmaz, olursa komedi olur diyeceksiniz. 28 Eylül Cumartesi günkü Ceviz Kabuğu’nda oldu.
Konu: Cemaat (Azınlık) Vakıfları. Katılanlar: Hrant Dink, bendeniz, MHP milletvekili adayı gazeteci Arslan Bulut, MHP İstanbul örgütünden Sevgi Erenerol, bir de MHP milletvekili Mehmet Gül. Bu sonuncu zatı tanıyorsunuz; kendisiyle NTV’de muhabbet dolu bir diyalogumuz olmuştu ve ben de yazmıştım. S.Erenerol ise, Kurtuluş Savaşına katkı yapan fakat Yunanistan’la ilişkileri bozan kontrol dışı davranışları yüzünden Atatürk tarafından sonunda dışlanan, cemaati Erenerol ailesinden ibaret bulunan Türk Ortodoks Kilisesi kurucusu Papa Eftim’in torunu olan hanım.
Saat 23.10’da başlayıp 05.00’te biten bu açıkoturumu anlatmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Ama önce şunu söyleyeyim ki, Cemaat Vakıfları olayı fazlasıyla büyük bir hukuk skandalı olduğundan, üç katılımcı mümkün olduğunca ondan kaçmaya çalıştılar. Taktikleri iki taneydi.
1) Konuyu sürekli olarak “Türkiye parçalanmak isteniyor. Azınlıklar buna alet oluyor”a getirmek istediler. Kalktılar, Fener Rum Patrikhanesinin o mahallede bir “Vatikan Devleti” kurmaya çalıştığını öne sürdüler. Ben sabır yönünden fukara bir kardeşinizimdir. Yaklaşık on yıllık sabır kontenjanımı bir seferde kullandığım o gecede, Rum vatandaşların Fener’den 53 yıl içinde satın aldığı ev sayısının 17 olduğunu söyledim.
2) Sürekli olarak “Batı Trakya Türkleri eziliyor; siz gayrimüslimlere hak diyorsunuz. Nerede mütekabiliyet?” dediler.
Bu hukuk kavramının “O ülke verirse, bu da vermek zorundadır” anlamına geldiğini, insan haklarıyla ilgili olmak ve üstelik Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi tarafından yasaklanmak yüzünden asla olumsuz (“o vermezse ben de vermem”) biçimde yorumlanamayacağını anlattık. “Mütekabiliyeti böyle anlarsan, kendi vatandaşını cezalandırırsın” dedik.
Başka çaresi yok; kimi cümleleri/diyalogları/sahneleri aktarayım da, gözünüzün önünde canlandırmaya çalışın artık:
“Tarih Vakfı sokak sokak dolaşıyor. Oralarda yaşamış azınlıkları araştırıyor. Bunların geri dönüp mallarına sahip çıkmalarının zeminini hazırlıyor. Amacı, Türkiye’nin 200 kent devletine bölünerek parçalanması. Bunların adları bile hazır: Bitinya, Trakya, Antakya, Pamfilya, Kilikya, Kapadokya, Ermeniya, Galatya, Paflagonya, Pont, Mezopotamya… Türkiye önce küreselleştiriliyor, sonra parçalanacak. Yerine; Büyük Ermenistan, Büyük İsrail, Büyük Kürdistan, Büyük Yunanistan kurulacak”.
(Bendeniz, Cemaat Vakıfları konusunda Lozan’ın nasıl ihlal edildiğini madde okuyarak anlatırken araya giren ses): “Sadece antlaşmaya bakılmaz. Teamüle de [uygulamaya, demek istiyor] bakılır. (Ben ise 1974’ten beri uygulamanın Lozan’a aykırı olduğunu söyleyince): “O zaman işin özüne bak hocam, işin özüne! Türkiye parçalanmak isteniyor!” (Ertesi gün Ankara Hukuk Fakültesinden Prof. Tuğrul Arat alı al moru mor telefon etti: “Ne teamülü yahu? Kıta Avrupasında teamül olmaz ki?”).
(Benim, Sevgi Hanım’ın dedesi Papa Eftim’in Fener’i sopalarla basan birisi olduğunu söylemem üzerine:) “İspat et! İspat et bastığını!” (Benim, “Beyefendi, bunu cümle alem bilir, her kitapta vardır, ne ispatı?” demem üzerine): “İspat etmezsen yalancı olduğunu ilan edeceğim!” (Yine benim, önümdeki Türk Dış Politikası kitabını açıp, bu söylediğimi tekrarlayan pasajı güldür güldür okumam ve “Utandınız mı?” demem üzerine): “Ah, çok utandım! Yalancılıktan kurtuldunuz ama, iyi etmiş de basmış!” (Size matrak bir açık sır vereyim sevgili okurlarım: Okuduğum pasaj, benim editörlüğünü yaptığım kitapta Melek Fırat’ın yazdığı kısımdandı. Ama hazret, kitap okuma alışkanlığı pek bulunmadığı için olacak, “Kendi kitabından okuyorsun, o sayılmaz” deme olanağını kaçırdı).
(Yunan yazar ve askerlerinin Türkiye aleyhindeki yazılarını Türkiye, Zaman, Ortadoğu ve benzeri yayın organlarından güldür güldür okuyan katılımcıya “Beyefendi, bunlar yabancıların yazıları, ne anlamı var, biz kendi vatandaşlarımızdan bahsediyoruz. Daha önce de öğretmeye çalıştım: Yabancı ayrıdır, Vatandaş ayrıdır” denmesi üzerine): “Olsun! Bu bir bütün! Bunların dışarıyla bağlantıları var! Sürekli para geliyor bunlara dışarıdan!”
“Balıklı Rum Hastanesi mütevellisinin ne dolaplar çevirdiğini biliyor musunuz?” (Ne çeviriyor? denmesi üzerine): “Orada yatan yaşlılar çok kötü durumdaymışlar. Pislik içindeymişler”.
(“Müslüman vakıfları mal edinebiliyorlar, laik Türkiye’de neden kendi gayrimüslim vatandaşlarımızın kurdukları vakıflar edinemesin?” sorusu üzerine): “Ben Türk’üm. Ben edinirim. Gayrimüslim edinebilir, ama vakfı edinemez!” (Bunun mantığı nedir? sorusu üzerine): “Edinirse, ulusal güvenlik tehlikeye girer. Azınlık vakıfları Truva Atı’dır. Bunu, buradan, Milli Güvenlik Kurulumuzun dikkatine sunuyorum”.
(MHP’li Bakan Faruk Bal telefondan konuşuyor): “Lozan 42/3’te yalnızca mevcut din ve hayır kurumlarına kolaylık sağlamaktan bahsediliyor; yasa tasarısının aksine eğitsel ve sosyal kurumlardan bahsedilmiyor. Yenilerini kurmaktan da bahis yok. (Fıkrayı belli bir noktaya kadar okuyup kesince, Hrant müdahale ediyor: “Sayın Bakan lütfen gerisini de okuyun” (çünkü cümlenin gerisi yenilerinin kurulacağını söylüyor). Ben lafa giriyorum: “İki madde gerisine gidiniz sayın bakan. Eğitsel ve sosyal kurumlar 40. maddede”. Sayın bakandan cevap yok).
Bunun üzerine Hulki Cevizoğlu, altı saatlik tartışma boyunca yaptığı pek nadir müdahalelerden birini yapıyor: “Ama, 40. maddekiler bireysel haklar!” diyor. Bunun üzerine tekrar bir ders takriri gerekiyor: “Tüm azınlık hakları 16. Yüzyıldan beri bireysel haklardır. Vakıfları kim kuruyor; bireyler değil mi?”
Bu arada, sayın tartışmacılardan biri, telefonla katılan Rıdvan Akar’a bağırıp iki kere küfrediyor. Cevizoğlu sesini çıkartmıyor. Zaten, bütün olay bütünüyle “yumruk-kitap mücadelesi”nden ibaret.
“Sevr’in 145 ve 147. maddeleri bu Uyum Yasalarıyla gerçekleştirilmek isteniyor” diyen sayın katılımcı şu cevabı alıyor: “Beyefendi, md.147 soy azınlıklarının Osmanlı’da orantılı temsili hakkındadır; burayla hiçbir ilgisi yoktur. Md.145 ise aynen Lozan’ın md. 39’udur”. Bunun üzerine sayın katılımcı: “Md.145’in üçüncü fıkrasını okuyun!” diyor. Ve şu cevabı alıyor: “Okuyayım ama, bu madde sadece iki fıkra”.
Altı saatlik bir sağırlar diyalogu özetlemekle bitmez. Bazı şeylerin dibini kim bulmuş ki ben bulayım. Sadece şunu söyleyip bitireceğim:
Biliyorum, siz bana ve Hrant’a, o ortamda o kişilerle tartıştığımız için saf diyorsunuz. Deyin. Hrant ne yazacak bilemem ama, biz safız çünkü yumruğa karşı kitap ancak böyle kazanır. Ayrıca, ben bu saflığı, bu sabah aşağıdaki faksı gönderen tanımadığım kişi için yaptım; helali hoş olsun:
“Saygıdeğer Hocam, Ben TC vatandaşı, dini Ermeni olan rehine XXX. Siz televizyonda o sabit fikirli insanlarla Vakıflar Kanununu tartışırken aslında benim 23 yaşındaki zihinsel özürlü oğlumun haklarını savundunuz. Size sonsuz teşekkür ediyorum. Çünkü ebeveyinler öldükten sonra çocuğuma tek sahip çıkacak olan vakıflardır. Bunu da elimizden alırlarsa benim çocuğuma kim bakacak??? Sonsuz hürmetler.”