Baskın Oran

ABD ve Türkiye: Paralellikler ve paralelsizlikler

Ben sana paralel / Sen bana paralel / Paralel paralel paralelli / Terelel terelel terelelli”. Ne yazanı aklımda kalmış, ne de kaç yaşımda duymuş olduğum. Ama ABD’yle ilişkilerimizde pek geçerli.

1940’ların sonunda ve 50’lerin başında ABD’de komünizmle mücadele vardı. McCarthyciler Amerikan Dışişleri Bakanlığında 205 komünist bulunduğunu “açıklıyor”, televizyonlarda yayınlanan sorgularla insanları titretiyorlardı. Bir insanı komünizm suçundan cezalandırmak için, gerekirse o insanın akrabaları tehdit ve/veya ödülle elde edilip yalancı tanıklık yaptırılıyordu: Rosenberglerin böyle idam edildiği geçenlerde kanıtlandı.

Bunun dışarıdaki yansıması, tüm dünyanın komünizme karşı askerî üslerle donatılması oldu. ABD daha Fransızlardan yeni kurtulmuş Vietnam’a giriyor, ormanları napalmle döşüyordu. Bütün bunlar, ABD’nin Batı lideri olması içindi ve SSCB sayesindeydi.

SSCB korkusu 1960’lardaki yumuşamayla birlikte azalınca, Amerika’nın yıldızı da sönmeye başladı. Bunun yerine, 60’lar ve 70’lerde tüm dünyada parya muamelesi başladı. “Yankee go home” sedaları ayyuka çıktı.

* * *

11 Eylül terör olayı, ABD açısından aynen komünizm gibi kurtarıcı oldu. Yoksa, SSCB’nin ortadan kalkması üzerine ABD’nin “kurtarıcılığı”na gerek kalmayacaktı. Şimdi ABD bu korkunç terör olayı sayesinde 1940’lar ve 50’ler taşkınlığını tekrarlıyor.

İçte, McCarthy döneminin insan hakları ihlalleri artık “terörle mücadele” adına canlanıyor. Yabancılar, yargıç karşısına çıkarılmadan ve avukatla görüştürülmeden 7 gün tutuluyor. Dışta, ABD, yine terörle mücadele adına, 11 Eylül olayıyla hiç ilgisi olmamış Afganistan’a uzun uzun hazırlanıp rahat rahat saldırıyor. Ama Bin Ladin’i falan bulamadığı halde hiç kimsenin aklına sen ne yaptın, ne yapıyorsun demek gelmiyor. O  yetmiyor, Irak’a saldıracağını rahat rahat ilan ediyor ve bunu da hak biliyor. Bu “hak”la, B.Avrupa’dan Orta Asya’ya tüm dünyayı yeniden askerî üslerle donatıyor.

Şımarması da aynen o dönemdeki gibi: Nasıl casuslukla ilgisi olmayan Rosenbergleri idam ettiyse; 11 Eylül’le zerre ilgisi olmamış, bütün suçu Taliban askeri olarak ABD saldırısına karşı koymuş (yani, açıkçası, vatanını savunmuş) garibanları hayvan misali alıp Guantanamo’ya götürüyor. Orada, bu insanlara savaş tutsağı muamelesi yapmayı bile reddettiği gibi, daha da aşağılayabilmek için allahın adasında kafese elleri bağlı diz çöktürüyor. Daha da “rafine” yollar buluyor: Hayatında kendi karısını dahi çıplak görmemiş bu erkek-egemen ilkel toplum insanlarının başına zebella gibi kadın gardiyanlar dikip, “Evet hanımefendi, lütfen, rica edebilir miyim hanımefendi” diye yalvarmak zorunda bırakıyor helaya gidebilmek için. Doğrusu, helal olsun Amerikan uygarlığının yetiştirdiği ordu psikologlarının dehasına.

* * *

İki dönemin ABD’si arasındaki paralelliğin yanı sıra, Türkiye’nin ABD’yle olan paralelliği de az ilginç değil. 1940 ve 50’lerde aynı  komünist avı bizde de vardı. DTCF’den profesörler atılıyor, geri dönemesinler diye kadroları kaldırılıyordu. Tan ve Zincirli Hürriyet matbaaları “milliyetçi” öğrencilere tahrip ettiriliyordu. Kore savaşına karşı çıkanlar 45 ay ceza almaktaydı. Amerika ise çok seviliyor,  plaklarda “Amerika, Amerika / Türkler dünya durdukça / Beraberdir seninle / Hürriyet savaşında” şarkıları dönüyordu. Çocuklar sokakta oynarken “On, on bir, on iki; Amerika birinci” diye sayıyor, Kızılay sodalarının kırmızı kapaklarına ay-yıldız yapıp “Kore” yazarak göğüslerine takıyorlardı. Türk limanlarına gelen ABD savaş gemileri sevinçle karşılanıyordu. Amerikalı askerler dokunulmaz olup şımarmışlardı. Arabayla adam ezince “Görevdedir” kağıdı alıp hapisten kurtuluyorlar, kafayı bulunca Türk bayrağı yırtıyorlardı.

Yumuşama başlayıp, arkasından bir de dış kredi ihtiyacından Demirel SSCB’ye yanaşınca, herşey tersine dönüverdi. Altıncı Filo Türk limanlarına gelemez oldu; gelirse gemicileri yaka paça denize atıldı. ABD, daha önceki şımarıklıkların cezasını uzun yıllar boyu ödedi.

Ama, nasıl ABD’nin imdadına 11 Eylül terörü yetiştiyse, bizde de milliyetçi-muhafazakar çevrelerin imdadına Kürt sorunu yetişti. Solcu Kürtlere karşı 12 Eylül yapıldı. Uzun yıllar, bölücülük gerekçesi Türkiye’de insan hakları ihlali için “hak” yarattı. Amerikan ordu psikologlarının öğrettikleri de harfiyen uygulandı; 12 Eylül’deki pislik yedirmeleri ve marş söyletmeleri hatırlayın.

* * *

Yalnız, Türkiye acayip yer. Şimdi, PKK yenildi, terör yok, insan hakları ve demokrasi ihlalleri aynen berdevam. Değil Türkiye’nin, dünyanın en zararsız insanları olan Süryanilerin yaşamından kesitler sunan bir fotoğraf sergisi on gün önce yasaklandı ve soruşturma açıldı (Cumhuriyet, 24.01.2002). Çıplak mankenlerin TV’de fink attığı bir dönemde karikatür albümleri, romanlar, radyolar “müstehcen” diye yasaklanıyor ve kapatılıyor. 1996’da yayınlanmış Pontos Kültürü kitabı bölücülükten toplatılıyor. Yargısız infaz iddiasını suç duyurusu yapan DGM yargıcı soruşturmaya uğruyor (Radikal 29.01.2002). Ceza yasasının 312 ve 159. maddeleri “mini demokrasi paketi” adı altında ağırlaştırılıyor.

Taklit hiçbir zaman orijinalini tutmaz. ABD’nin taşkınlık için hiç olmazsa rakipsizlik gibi, güçlülük gibi, hegemon devletlik gibi “sağlam” bahaneleri ve amaçları var. Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakarların ne bahanesi, ne amacı var?

Mutlaka bişeyler olmalı. Çünkü, her şeyin bir nedeni olduğu öğretildi bize Mülkiye’de.

Ahmet İnsel Paris’ten yazıyor: “Seçimlik dil Kürtçe dilekçesi verenler tutuklanarak, Kürt kimliği PKK’nın tekeline terk edilmiş oluyor!” diye hayret belirtiyor (Radikal-2, 27.01.2002). Hayret mi belirtiyor, yoksa bahane imal edildiğini mi ima ediyor?

Paralel, paralel, paralelli…

Önceki Yazı
Sonraki Yazı