Baskın Oran

AB konusu: Benim muhasebem

Türkiye ikiye ayrıldı. Yıllardır AB kapısında diz çöküp “Beni de al” diye yalvaranların karşısına şimdi “Bu paket Avrupa zoruyla Türkiye için değil, Avrupa zoruyla Avrupa içindir” diyenler çıktı. İnsanlar şaşırmış durumda. Yeni çıkan Uyum Paketi kimin için yapıldı? Kime yarayacak? Türkiye’yi kurtarıyor muyuz, yoksa yarı-sömürge mi yapıyoruz yine? AB melek mi, şeytan mı?

Önce, bişeyler konuşalım. Bilgi olmadan yorum yapılmaz.

18.yüzyıl bitip de Batı (Avrupa ve ABD) sanayi devrimini tamamlayınca, Batı dışındaki dünya yavaş yavaş iki kampa ayrıldı:

1) Önce kendi içine kapanıp, sanayi devrimini tamamlayıp, küreselleşmenin (yani, Batı’nın altyapısıyla ve üstyapısıyla dünyayı fethetmesinin) etkisine ondan sonra açılanlar;

2) Sanayi devrimini yapamadan küreselleşmeye açılanlar.

Birinci kategori küreselleşmenin darmadağın edici etkilerini çok iyi göğüsledi ve bir süre sonra da zaten Batı kategorisine yükseldi. En iyi örneği Japonya, daha alt düzeydeki örnekleri ise devletçilikle güçlendikten sonra uygun zaman kollayıp uluslararası ekonomiye açılan Doğu Asya ülkeleridir.

İkinci kategori ise küreselleşmenin getirdiği Batılılaştırıcı etkiden üç farklı süreçle etkilendi:

  1. A) Batı emperyalizminin doğrudan işgali altında kalarak (ör. Hindistan, Nijerya);
  2. B) Batı emperyalizmi tarafından yarı-sömürgeleştirilerek (ör. Çin, Osmanlı);
  3. C) Batı eğitimi almış kendi aydınları tarafından Batılılaştırılarak (ör. Rusya, Kemalist Türkiye).

“A” ve “B” Batı’nın doğrudan etkisi, “C” ise dolaylı etkisidir, ama hepsi Batı’nın etkisidir.

İyidir/kötüdür, biraz aşağıya bırakıyorum; önce şunu kararlaştıralım: Batı etkisi önlenemez miydi? Hayır, önlenemezdi. Çünkü bu bir ozmoz olayıydı; dünyanın bir yerinde çok yoğun bir ortam oluşunca daha az yoğun ortamlara kaçınılmaz biçimde sızma yapacaktı, yaptı.

Peki, Batı etkisi olduğu gibi mi kabul edilmek zorunda? Söyledim: Batı iki açıdan giriyor: Altyapı (ekonomik sistemi olan kapitalizmi getiriyor) ve üstyapı (rasyonel düşünce sistemini getiriyor). Bunun ikisinin içinden de seçmeler yapmak mümkün. Ama nedense biz hem seçmek yönüne gitmiyoruz, hem de daha kötüsü, atılacak şeyi alıkoyup alıkonulacak şeyi atıyoruz:

Bir defa, uluslararası kapitalizme kapımızı ardına kadar açıyoruz. Tayyip: “Geliştim, İMF ve AB’ye farklı bakıyorum” diyor. Çokuluslu şirketlerle yapılan sözleşmeler konusunda “Milliyetçi” MHP gıkını çıkartmıyor ve ulus-devletin elindeki tek koz tarihe karışıveriyor: Danıştay’ın artık bu devlerle yapılan imtiyaz sözleşmelerinde “ulusal çıkara aykırılık” hükmü vermesi yasak; bir tür kapitülasyon geri geliyor. Kapitalist rasyonellik içinde özerkleştireceğimize, en stratejik ve kârlı KİT’leri haraç mezat özelleştiriyoruz. Tabii, bu arada, kapitalizmin en çok hortumlama yönünü seviyor ve seçiyoruz.

İkincisi, üstyapısal etkilere kapımızı sımsıkı kapıyoruz. İşte sonunda zurnanın zırt dediği yere geldik. Batı’nın demokrasisi, insan ve azınlık hakları yabancı üretimdir, bize yabancıdır, Avrupa kendisi için istiyor, bizi yarı-sömürge yapmak için, bizi parçalamak için istiyor, diyoruz.

Oysa, Lausanne’da TBMM delegasyonu bunun tam tersi davrandı. Kapitülasyonları kaldırabilmek için ülkedeki eşitsizliği kaldırmanın şart olduğunu, bunun yolunun da Batılı hukuk, düşünce vs. sistemini almaktan geçtiğini gördü ve “Medeni Kanun yapacağız” sözü verdi. Aradan iki yıl geçmeden, vakit harcamamak için doğrudan tercüme ederek çıkarttı da. Biliyor musunuz, aynı şeyi Osmanlı delegasyonu da Sèvres’de yaptı. İktisadi kapitülasyonları reddetti, ama iş adli kapitülasyonlara gelince reddetmedi, “Bir adli reform komisyonu kuralım” dedi (Türk Dış Politikası, cilt I, s.122-123). Çünkü, adli kapitülasyonların mantığı, Osmanlı’da eşit insan haklarının yokluğuna dayanıyordu. Osmanlı delegeleri, Şeriat yerine Batı hukuk sistemi gelmeksizin adli kapitülasyonların kaldırılamayacağını çok net görmüştü.

Osmanlı’nın ve TBMM Hükümetinin gördüğünü biz bugün göremiyoruz. Türkiye’ye müdahaleyi önlemenin tek yolunun, Türkiye’nin çağdışı yönlerini budamak olduğunu hâlâ anlayamıyoruz. Üstelik, bizi almak için kimsenin müracaat ettiği yok; “Bizi alın” diye müracaat eden biziz yıllardır. Yalvararak kendimizi küçük düşürmecesine. Demek ki Batı etkisi iyi de olabilir, kötü de. Batı’yı gemlemek için kullanmaya/kullanamamaya bağlı.

Hadi biraz dürüst olalım: Lale Devrinden bu yana (61 Anayasası hariç; ki o da, o zamanki CHP’nin Batıcı “İlk Hedefler Bildirisi”nden çıkmıştır), hangi reform dış baskı olmaksızın yapıldı? Kemalizm, Attila İlhan’ın düşünmeyi sevdiği gibi bir “sentez” miydi, yoksa doğrudan doğruya Batı sisteminin getirilip pat diye oturtulması mıydı, hangisiydi? Kimi ciddi aşırılıkları ve hataları bir tarafa, aydınların “yukarıdan devrim”le getirdikleri Batıcı reformlar teslimiyet miydi yoksa vatanseverlik mi? Şimdi biz bu paketle ülkeyi yabancılara mı satıyoruz, yoksa Kemalizm’in iki savaş arasındaki faşist ortamda eksik kalan demokrasisini mi tamamlıyoruz? “Biz bunları kendi çağdaşlaşmamız için yaptık, yapacağız; bugünden itibaren de girme ısrarımızı bırakıyoruz” demeyi kimseler akıl edemiyor mu?

Sonuç: Artık bugün, uluslararası kapitalizmin empoze ettiklerini hiç ayıklamadan almak marifet, insanileşmeyi engellemek de milliyetçilik mi oldu?

Hoca bulamamışlar, Yeni Cami önünde akşamlık seçen Bekri Mustafa’yı tutup cenaze namazının başına geçirmişler. Çaresiz kıldırmış, ama önce eğilmiş, mevtanın kulağına uzun uzun bişeyler fısıldamış.. Merak edip sormuşlar, “Bişey yok,”, demiş, “öte tarafta Dersaadet nicedir diye sorarlarsa, Bekri Mustafa Yeni Cami’ye imam oldu dersin, onlar anlar, dedim”.

Siz de, dışarıdan Türkiye’yi soran olursa, yukarıdaki sonucu söyleyin, anlarlar.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı