Nazar değmesin, Türkiye’den sonra Bodrum’da da işler şu sırada iyi gidiyor:
Geçenlerde buradan “Refahyol’un Bodrum’daki En Son Marifeti” diye yazdığım olay kamu yararına çok iyi sonuçlandı. Maliye, Halikarnas Süleyman’ın Kumbahçe parkı kira sözleşmesini feshetti. Kumbahçe Mahallesi pek memnun. Darısı, 8 Yıl’la Türkiye’nin başına!
Peki, Bodrum’dan daha daha ne haberler?
İyi, valla. Standart Bodrum programı işte. Millet öğlen gibi kalkıyor, artık kanalizasyon sayesinde tertemiz olan kıyıdan denize giriyor yada gündelik tekne turuna çıkıyor gündüzleri, akşam da takıp takıştırıp (ama pek fazla da giyinmeyip) dışarı fırlıyor, tüm fiyatların pound cinsinden, herbişeyin de İngilizce yazıldığı açıkhava barlarında sabah 05-06’ya kadar kırba gibi bira içiyor, bira kutularını herbiyerlere atıyor, kafayı iyice bulunca da Cumhuriyet Caddesinde kuyruk halinde izinsiz gösteri yürüyüşü yapıp sözleri katiyyen anlaşılmayan İngiliz türküleri nağralıyor, sonra, neticede, sızan İngiliz kızını arkadaşları götürüyor. Götüreni olmazsa, hemen beş-on tane yağız delikanlı koşuyor, artık hangisi (veya hangileri) daha konukseverse götürüp yataklarına tevzi ediyorlar.
Yalnız, hayret bişeydir, bu kadar çıplaklık ve içki Bodrumunda ırza geçme olayı yok (herhalde arz, talep’e cevap veriyor), kavga da çok az (galiba, sivil polis bolluğundan).
Millet dedim ya, anlamışsınızdır, esas olarak İngiliz milleti bittabii. Bodrum’un içinin yarısı, Gümbet’in de dörtte üçü İngiliz. Kızların büyük çoğunluğu ağızsuyu akıtıcı, daha küçük bir bölümü de aynen millî gelin Sara’yı (Musa’nın Sarah’ı canım!) aratıcı cinsinden. Oğlanlar kelle üç numara traşlı, surat ortalama dört halkalı, ağız açık, dudak sarkık türünden. Tüm bu İngiliz gençlerin ortak özelliği, hiç istisnasız, memleketlerinde en bi asgarî ücretli takımından olmaları.
Bunların bu yılki en belirgin özelliğini sorarsanız:
Birincisi apartman topuklar, bi de, bu cehennemî sıcakta rabbimin hikmetidir zâhir, bizim Ankara’nın en karlı gününde giydiğimiz dize kadar çizmeler. İkincisi, kızında oğlanında, herbiyerlerinde dövmeler. Bu dövme denilen lumpenproletarya belgesinin bu yıl bu kadar yaygın olmasının galiba esas nedeni, kınayla yapıldığı için üç haftada geçen cinsinden olması.
Eee, bizimkiler ne yapıyor derseniz:
İyiler, valla. Gündelik tekne turu gişesinin başındaki “karayağız” gençlerimiz İngilizceyle birlikte Türkçeyi de öğreniyor. Diğer gençlerimizi kabaca üç gruba ayırabiliriz:
1) Çığırtkanlar: Bunlar İngilizlere çiklet gibi yapışmakta. Bar yada lokanta önünden adam geçirtmiyorlar.
Bu yaratıkların yetkililer tarafından derhal itlâf edilmesi gerektiği kesin ama, bir başka gerçek de, memleketlerinde lokantada sıra beklemeye alışmış İngilizlerin (ve ayrıca, “erkek”lerinden ilgi görmeye alışmamış görgüsüz İngiliz “kız”larının) en azından bir kısmının bu yavşaklıklardan hoşlanır bir tablo çizmeleri.
2) Bizim Gençler: İngiliz gençleri dövmeli, apartman topuklu, çizmeli, hatta kaşı-dudağı halkalı da, bizimkilerin başı kel mi? Hayır efendim, globalleşme icabı, medarı iftiharımız olarak bu zarif aksesuarlarla piyasa yapıyorlar. Şu farkla ki, Paşam’ın metruk evinin önünden geçerken içine düşüp, bir an için İngilizce konuşmayı unutuyorlar:
“Gıııı! Burada mı oturuyomuş lan, gıııı?”
3) Bizim Aslanlar: Bunlar, yukarıda “2” numroda sözünü ettiğim İngiliz taklitçilerinin tersine, sapına kadar millî. Ama sayıları ne yazık ki gönül arzu ettiği kadar değil.
Bunlar, üzerinde “% 100 Turkish” yazılı beyaz, yada (yıldızı ay kadar büyük olmak şartıyla) Türk bayrağı basılı kırmızı tişörtler giyiyorlar. Hatta, bu kardeşlerimiz bir seferinde Cumhuriyet Caddesinden kuyruk halinde geçip, sözleri çok iyi anlaşılan bir marş söyleyerek İngilizlere haddini bildirdiler:
“Türk milletiiiiii, Tüüüürk milleti!……”
Bu yılki Bodrum ikametimin şimdiye kadarki en tatlı tarafı, eski öğrencim ve yeni asistan arkadaşım Mustafa’nın gelip tatilinin bir haftasını bizimle geçirmesi oldu.
Mustafa Doğan, inanılmaz efendiliğinin yanısıra, olağanüstü ve olağandışı bir çocuk. Bizim uluslararası ilişkiler bölümünde öğrenciyken, Mülkiye’nin tüm büro ve odalarına bilgisayar ve İnternet ağı kurdu. Artık hiçbir bilgisayarcının anlamadığı 1985’ten kalma sistemi yeni usule çevirdi. Şimdi de odalara, kimse yap demediği halde, bilgisayarla sesli haberleşme sistemi koyuyor. Öğrencisi, memuru, hocası, dekanı, herkes, sürekli Mustafa’yı aramakla meşgul. Çocuk bu arada zaman ayırıp İşletme asistanlığı sınavını başardı, yükseklisansı kazandı.
Bu Mustafa çok değişik bir çocuk. Meselâ, soğuktan-sıcaktan etkilenmiyor, gecede 4 saat uyuyor, bakmadan görüyor, falan. Gece Cumhuriyet Caddesinde dümdüz yürüyor, ben ona yetişip değişik bişeyler göstermeye çalışıyorum:
“Mustafa, oğlum, arkadakileri gördün mü?”
“Yüzüne 8 adet halka takmış kızı mı söylüyorsunuz hocam?”
Mustafa Eskişehir doğumlu. Sakarya nehrinde güzel yüzme öğrenmiş. İlk geldiği gün denize girdik, epey yüzdük, çıktık, ben susamışım:
“Mustafa, sen ne içersin?”
“Ben çok içtim hocam, susuz değilim, sağolun”
Son derece ciddi söylüyor. Neden sonra anlıyoruz ki, çok içtim demesi, dalgadan epey su yutmasındanmış!
Dünyanın bu en dikkatli, en uyanık, ama en sessiz çocuğuyla macaralarımızın en ilgincini anlatıp bitireyim. Bir geceyarısı, Mustafa’ya âsude Bitez ile gümbürtülü Gümbet çelişkisini göstereceğiz, evin önünden arabayı aldık, biz çıktıktan sonra yerimize başkası parketmesin diye beton bloku yerleştirme işini Mustafa üstlendi, sonra arka kapıyı açıp bindi, kapadı, hareket ettik.
Çevreyolunda gidiyoruz, Mustafa her zamanki gibi arkada sessiz sedasız oturuyor, 5 km kadar gittik, Gümbet kavşağına gelirken:
“Mustafa, bak, sağımızda antik tiyatro var”
Mustafa’da cevap yok. Oysa, hemen “Evet hocam, tahminime göre 9310 kişilik kadar olması lâzım” gibilerden bişey söylemesini bekliyorum. Cümlemi tekrarlıyorum, yine cevap yok.
Bir döndüm ki, arka koltuk boş. Feyhan’la birbirimizin yüzüne bakıyoruz, sonra aptal aptal koltuğun altına falan eğiliyoruz!
Kavşaktan U dönüşü yaptık, 5 km geri döndük Mustafa evin önünde duvara oturmuş, bizim geri gelmemizi bekliyor.
Arka kapının kapanması, Mustafa’nın arabaya girmesinden değil, o taraftaki paketleri görüp öbür tarafa dolaşmak için kapıyı kapatmasından ötürüymüş.
“Oğlum, arkamızdan niye bağırmadın?” diyorum,
“Etrafa ayıp olmasın diye hocam; nasılsa geri gelirdiniz” diyor